Muzır neşriyat

Sesli Dinle
A -
A +
Muzır neşriyât denince aklımıza ahlâksız ve müstehcen yazı ve resimlerin yer aldığı gazete ve dergiler gelir. Bir milletin ahlâk seviyesini düşürürseniz o milletten çok şeyi almış olursunuz.
 
Eskiden Batı’da, bilhassa Amerika’da âile mefhumu çok önemliydi. Karı-koca arasında takdîre şâyan bir saygı vardı. Fakat bunlar hızla ekonomik refâha kavuşunca kapitalist sistemin değerler zincirini yok etmesiyle âile ve çoluk çocuk bağlılığı bir anda çöktü. Artık para için her şey mübahtı. Âile ve diğer değerler ikinci plânda bile değildi. Çalışan iş kadınları evde bağımsızlığını îlân edince âileler çatırdamaya başladı. Evvelâ nikâh bir zorlayıcı bağ olarak görüldüğü için kiliseler evli çiftleri bulamaz hâle geldiler. Çocuklar dünyâya gelmeyince Batı nüfusu hızla yaşlanmaya başladı. Genç kol gücü nüfûsu azalınca yabancı işçi transfer etmeye başladılar. Demografik yapı giderek bozuldu. Zâten oturmamış veyâ tam bulunmayan kültürleri de iyice yozlaştı. Kısaca Batı ekonomik yönden hızla yükselirken ahlâk ve âile hızla çöküyordu.
 
Batı’nın çöküş hastalığı her hastalık gibi sârî idi. En sağlam ve güvenilir âile yapısına sâhip olan Osmanlı-Türk âile yapısı da bu hastalıktan çabuk etkilenmeye başladı. İslâm öncesi Türklerde sağlam ve ataerkil bir âile düzeni vardı. Yaşlılara ve atalara sonsuz hürmet gösterilirdi. Türkler İslâm’la tanıştıktan sonra var olan bu düzenleri daha da kuvvetlendi. Bu düzene sâhip olan Türk toplumlarında huzurlu bir âile, huzurlu bir millet ve sağlam bir devlet vardı.
 
Göktürk Abidelerinde âiledeki bozuşmanın toplumu nasıl etkilediği acı bir şekilde dile getirilir: “Beyleri ve milleti âhenksiz olduğu için, küçük kardeşi ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti karşılıklı çekiştiği için, Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını kaybetmiş. Çin milletine beylik erkek evlâdını kul kıldı, Türk beyleri Türk adını bıraktı, Çin adlarını aldılar.” (Profesör Doktor Muharrem Ergin, Orhun Âbideleri, 8. Baskı, s. 34, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1987.)
 
Bizim bugünkü hâlimizi nasıl da özetlemiş bakar mısınız? Osmanlının son zamanlarında Batı hayranlığı, Avrupâî yaşayış ve taklîd özentisi ve nihâyet 1960’larda başlayan dış ülkelere gönderdiğimiz kadın ve erkek nüfusumuz ve hızla parçalanan âileler, millî değerlerini ve dînî duygularını kaybeden ikinci ve üçüncü nesiller sanki bizi bambaşka bir millet yaptı.
 
Birtakım inkılâplarla 1000 yıllık kültüründen koparılmış bir nesil artık her türlü dış te’sîre zâten açıktı. Şimdi toparla bakalım toparlayabilirsen. Bilge Kağan’ın Kültigin’in mert nesli, Oğuz Kağan’ın asîl torunları, Alpaslan’ın tertemiz mü’min savaşçıları, Yavuz’un Fâtih’in saf ve îmanlı akıncı delileri nerelere gizlendiniz? Kızılelma’nızı kimler çaldı? Avrupa’daki at nallarının izlerini kimler sildi?
 
Bütün bu olanlar bize nasıl bulaştı?  Bunun birinci ve en güçlü silâhı tabîî ki basındı. Yâni gazete ve dergiler. Bunların en büyük yardımcıları da iş birlikçi Batı hayranı gâfillerdi.
 
Basın evvelâ dış güdümlü olarak saltanâta saldırdı. Önceleri hilâfete hiç ses çıkarmadılar. Hattâ ona saygılı bile göründüler. Çünkü hilâfet sâdece Osmanlının değil bütün İslâm âleminin merkezinde idi. Bütün plânlarını meşrûtî bir yönetime dayandırarak, sultânın gücünü zayıflatmak ve özellikle de Balkanlarda başlayan ayaklanmaları destekleyen Rum ve Bulgar azınlıkların adaylarını parlamentoya sokmaktı. Bunu da başardılar ama bunların parlamentodaki ihânetlerini gören Sultan Abdülhamîd, 1876’da îlân edilen parlamentoyu dağıttı. Her şey bu icrâatten sonra alevlendi. Tâ 1908’deki İkinci Meşrûtiyet’e kadar artık bu kaos ortamını sürekli beslediler. Sultan dışarıda İngiliz, Fransız, Alman ve Rus gâileleri ile uğraşırken içeride de bunların ayaktaşları ile uğraşmak zorunda kaldı. Bir taraftan petrol hırsı, diğer yandan Filistin ve İsrâil mes’eleleri, Osmanlı Devleti’ne en zor senelerini yaşatıyordu.
 
Batı’nın, iç hâinlerin, azınlıkların, ajanların bu sıralarda en çok kullandıkları argüman basındı. Birbiri arkasına gazeteler, dergiler çıkarıyorlar, tiyatro eserleri oynatıyorlar, tahrik edici edebî eserler yayımlıyorlardı. Adâlet, hürriyet, müsâvat ve uhuvvet gibi Fransız Devrimi sloganlarıyla sergerde toplulukları tahrîk ediyorlardı. Her an bir sû-i kasde veya bir darbeye açık bir hava teneffüs ettirmeye çalışıyorlardı. Osmanlı mülküne artık top gülleleri ile değil basın silâhı ile saldırıyorlardı. Açık hedefleri de belliydi: Sultan Abdülhamîd Han… Târihte belki hiçbir yönetici bu kadar zedelenmemiş bu kadar hedef gösterilmemiştir. Hattâ 16. Louis ve Marie Antoinette bile...  Son 150 yılın en basîretli, en zekî ve en siyâsî padişâhını doğrudan hedef aldılar. Çapulcu Sandanskilerle,  Karassolarla, Toptânîlerle, başı bozuk Makedon haytalarıyla ve ne yazık ki İttihâd ve Terakkîcilerle Avrupa destekli hücûma geçtiler. Avrupa’da bir masada oturup şer cephelerinin saflarını sıklaştırdılar. Triumvirliğin, yâni Enver-Cemâl ve Tal’at Paşa’nın inatla direnişinin alt yapısını zâten Genç Osmanlılar ve Jön Türkler hazırlamışlardı. Buna gafil edîb ve şâirler hattâ basîretsiz yeni yetme din adamı hüviyeti kendisinden menkul kişiler de eklenince, halkı kandırmak o kadar da zor olmuyordu.  Zâten daha önce surda bir gedik açmışlar, Sultan Abdülazîz’i şehîd etmişlerdi. Bu kadar güçlü oldukları vehmiyle Koca Sultân’ı çabuk alt edeceklerini düşündüler, ama karşılarında çetin bir ceviz bulmuşlardı. Maddî güçlere ve tedbirlere sıkı sıkıya sarılan Sultân, hiç şüphesiz mânevî güçlerce de muhâfaza ediliyordu. Önce gözlerini karartıp büyük bir sû-i kasd tertiplediler. Olmadı, yapamadılar. Onu öldürselerdi biliyorlardı ki Ehl-i sünnetin kalesini yıkmış olacaklardı.
 
Batı’daki yıkıcı neşriyat ânında tercüme ediliyor ve el altından sür’atle dağıtılıyordu. Artık bir de azınlıklardan sonra İslâm ümmetinin aslî unsurlarını hedef alıp bu ulvî berâberliği dağıtmak istiyorlardı. Bu cümleden olarak Arapları ve Kürtleri birinci plânda düşünürlerken millet-i sâdıka diye adlandırılan Ermenileri de kışkırtmaya başlamışlardı. Balkan milletlerinin bağımsızlık hareketlerini de maddî mânevî destekliyorlardı. Birbiri ardınca gazete ve dergi çıkarılıyor ve tercümeler yayımlanıyordu. Bunların en ilgi çekeni dergi kapattıran makâle diye anılan “Edebiyat ve Hukuk” adlı makâleydi.

DERGİ KAPATTIRAN MAKÂLE

Servet-i Fünûn 1895-1901 yılları arasında çıkan bir derginin adıdır; ‘Edebiyât-ı Cedîde’nin yayın organıdır. İlmî, fennî, edebî makâle ve tercümelerin yer aldığı bir mecmûadır. Bu dergide Hüseyin Câhid Yalçın’ın tercüme bir makâlesi yayımlandı. Bu yayımdan sonra dergi bir süreliğine kapatıldı. Hüseyin Câhid’in bu derginin pek çok sayısında makâle ve tercümeleri yayımlanmıştır. Kendisinin bu dergide “Musâhabe-i Edebiyye” üst başlığı ile bilinen bir köşesi vardı. İşte bu köşede 3 Teşrinievvel 1317 ( 17 Ekim 1901 ) târîhinde 22. Cilt, 553. sayısında “Edebiyât ve Hukûk” adlı bir makâle yayımlanır. Câhid’in bu makâleyi Paul Lacombe’un “L’hitoire Litterairé”  (Edebiyat Târîhine Giriş) adlı eserin giriş kısmından tercüme ettiği söylenmiştir. Dipnot olarak sâdece “Fransızcadan” ibâresi yazılmış, yazının kaynağı belirtilmemiştir. Bu makâlede o günkü Osmanlı toplumu için dikkat çeken bâzı konular vardır. Meselâ Fransa’daki boşanma yasağı gündeme getirilmiş ve boşanma zorluğundan kaynaklanan durum sebebiyle eşler arasında zinâya sebep olduğu vurgulanmıştı.
 
Ayrıca Victor Hugo’nun “Bir Mahkûmun Son Günü” adlı eserinde îdam cezasına çarptırılan bir mahkûmun acınacak hâli anlatılarak, îdam cezâsı da eleştirilmişti.
 
Dergide Fransızcadan tercümeler olması hasebiyle Fransız edebiyat ve yazarlarından birçok alıntılar vardır. Bunlar genelde Fransız Devrimi fikirleriyle beslenen bir kısmı da Osmanlı toplumunda büyük tepki ile karşılanan yazarlardı. Bunlar Voltaire, Hippolite Taine, Jean Jacques Rousseau, Ernest Renan, Victor Hugo, Alfred de Vigny, George Sand vs. yazar ve romancıların makâle ve romanlarıydı.Dergi, Matbûât Müdürlüğü’nün emriyle kapatıldı. Üç gün sonra Ahmed İhsan, Hüseyin Câhid ve Veled Çelebi istintâk (sorgu) dairesine çağrıldılar. Esâsında yazılar çok araştırılmadan jurnalciler tarafından rapor edilmişti. Konu da Fransız kral ve kraliçesinin asılmasına ilişkin olaylarla bağlantılı olması idi. Jurnalin sebebi de bu tercümenin halkı isyâna teşvik edebileceği düşüncesi idi. Sultan Abdülhamîd de tabîî olarak endişelenmişti. Aslında bu jurnali veren kişinin Servet-i Fünûn’la şahsî bir mes’elesi olan Baba Tâhir (Mâlûmatçı Tâhir) olduğu ortaya çıkmıştı. Bu şahıs Abdülhamîd’i çok kızdırmış ve bu yanlı istihbârâttan dolayı sürgün edilmiştir. Dergi 48 gün sonra 554. sayısını 22 Teşrîn-i sânî 1317 (5 Aralık 1901) perşembe günü afv-ı şâhâne ile tekrar çıkmıştır. Bu sayının kapağında “Tahdîs-i ni’met”  (Memnûniyetini sözle ifâde edip teşekkür etme) başlığıyla Padişâh’a övgü ve şükrânlar sunulmuştur. (Ersoy Topuzkanamış, “Edebiyat ve Hukûk” Edebiyat Hukûk Kuramı c.1, s.6, Kasım-Aralık 2014, ss.1-14)           
HÜSEYİN CÂHİD
 
Bu dönemin en anlaşılmaz yazarlarından birisi hiç şüphesiz şifâ bulmaz muhâlif H. Câhid’dir. Yalnız edebiyâtla ve hâsseten hikâyeleri ile uğraşsaydı belki daha başka anılabilirdi.  Abdülhamîd’in affıyla tekrar yazmaya başlayan yazar, Fikret dergiden ayrılınca Servet-i Fünûn’u tek başına üstlendi. O dönem yazarları bir “Hürriyet” histerisi (psişik ve motor bozukluklar, duygusal reaksiyonlarda taşkınlık, ânî sinirlenme) içerisindeydiler. Beyinlerinde tek bir düşünce vardı: Her ne pahâsına olursa olsun Abdülhamîd’i devirmek… Önce “O gitsin sonra diğer plânlara bakarız!” zihniyeti gibi bir ucûbeye saplanmışlardı. H. Câhid de bu kin halkasını müşahhas yüzü olan İttihâd ve Terakkî Fırkası’na kapılandı. Zâten bu düşünce mensuplarının tek adresi de burası idi. Bu cem’iyetin isteği ile 1908’de Tevfîk Fikret ve Hüseyin Kâzım’la Tanîn gazetesini kurdu.
 
Artık Câhid hem bu gazetenin başyazarı hem de İTC’nin kalemşoru oldu. Sonra ödülünü de aldı ve İTC’den milletvekîli oldu. Hattâ meclis başkanlığına kadar da yükseldi.Fakat ne gariptir ki 31 Mart Ayaklanması’nda matbaası basılmış ve ölümden zor kurtulmuştur. Onun yerine Câhid zannedilerek Mehmet Aslan Bey öldürülmüştür. Câhid, Sultan Abdülhamîd’in en büyük muhâliflerinden biriydi ama demokratik bir devrim taraftarıydı. Bu yüzden 31 Mart çapulcularına karşı çıkmıştı. Hattâ İTC’nin sû-i kasd ve bölgesel çetecilik faâliyetlerini görüp, bâzı tenkîdler yapınca tehdîd edilmiş ve bu yüzden de Tanîn gazetesini de biraz da zorlamalar ve hattâ tehdîdlerle İTC’ye satmak zorunda kalmıştır.
 
Birinci Cihân Harbi sırasında İstanbul’u işgâl eden İngilizlere karşı duruşu yüzünden Malta’ya sürülmüş, 1922’de afv edilerek tekrar İstanbul’a dönmüştür.

SÜREKLİ KAPANIP AÇILAN BİR GAZETE: TANÎN (TINLAMA)

1922’de Tanîn’i tekrar çıkaramayınca bu sefer Renîn’i  (inleme) çıkardı. Burada Millî Mücâdele’yi destekleyici yazılar yazdı. Fakat çok gariptir ki bir müddet sonra bâzı icrâatini tenkîd ettiği için Ankara Hükûmeti tarafından muhâlif gazeteci i’lân edildi.1925’teki Şeyh Saîd İsyânı’ndan sonra Takrîr-i sükûn Kânûnu ile gazetesi Tanîn kapatılmış, kendisi ömür boyu Çorum’a sürgün edilmiştir.
 
Câhid, Çorum’da iken Mustafa Kemâl Paşa’ya yapılan İzmir Sû-i kasdinden dolayı 1926’da Câvid Bey, Nâil Bey ve H. Câhid tutuklandılar. Câvid Bey ve Dr. Nâzım asıldı; Câhid berâat etti.Atatürk’ün ölümü ve İsmet İnönü’nün teklîfiyle tekrar politikaya döndü. Çankırı, İstanbul ve Kars Milletvekilliği yaptı.
 
1943-1947 yılları arasında Tanîn’i tekrar yayımladı. Tanîn’deki yazılardan Tan gazetesinin baskınında bu gazetenin komünizm propagandası yapması ve Sabîha Sertel’in Moskova emrinde bir ajan olarak çalıştığı belirtilmesi üzerine olaylar büyüdü. Tan gazetesi basıldı, tahrîb edildi. Tanîn gazetesi tekrar kapandı.Câhid bundan sonra CHP’nin yayın organı olan Ulus gazetesinde başyazarlık yaptı. Bu sefer de Demokrat Parti’ye ağır eleştirilerinden dolayı 79 yaşında tutuklandı. Çok tenkîd ettiği Başvekil Adnan Menderes’in araya girmesiyle Reis-i cumhûr Celâl Bayar tarafından afv edildi.
 
1957’de CHP’den tekrar milletvekîli seçildi. Bundan sonraki tek meşgalesi Demokrat Parti’ye muhâlefetti. Hep bu minvâl üzere yazılar kaleme aldı.
 
Cahid, İttihâd ve Terâkkî Fırkası zamânında başlayan hürriyet histerisini hiçbir zaman dindirememiş, hattâ ölürken son sözlerinin “Hürriyet, hürriyet” olduğu bildirilmiştir.

NETÎCE OLARAK…

İki nokta tam aydınlatılamadan târihçiler gerçeği yazma isteğinden vazgeçmeyeceklerdir. Bunlardan birincisi Abdülhamîd Han dönemi ve İttihâd ve Terakkî Fırkası olayları ve cumhûriyetin birinci dönemindeki siyâsî târîhin aydınlatılması.
 
Uzun yıllar hakkında kelâm etmenin bile yasak olduğu Abdülhamîd Han’ın gerçek hüviyeti son 45 yıldır vuzûha kavuşma safhasındadır.
 
İkinci bölüm, hassas konuları muhtevî olduğu için yalan ve iftirâlara sapmadan, hissiyâttan tamâmen arınmış ve hakâretten ârî bir şekilde gün ışığına çıkarılmalıdır. Târih yalan söylemez; yalan söyleyen târîh değil; yalancı târihçiler utanmalıdır.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.