Zaman tünelinde gizlenen tarih

Sesli Dinle
A -
A +
Târihî hakîkatleri belli bir süre saklamak mümkün, ama nereye kadar? Bu hakîkatler niçin ve kimden saklanır? Milletlerin kendi aslî târihlerini bilme öğrenme hakkı yok mudur? Hangi millet böyle bir yola baş vurur? Unutturulmak istenen nedir. Yaşanan târîhin canlı şâhitleri ölünce hakîkatler de yok mu oluyor? Bir gün bu gerçekler su yüzüne çıkınca insanların yüzüne bakabilecekler mi? Bu hakîkatleri gizleyenler ve onların halefleri (sonra gelenler) o zaman hangi yalanlara baş vuracaklardır?
 
Bu söylediğimiz târih örtücülüğü birçok totaliter dönem geçiren devletin başına gelmiştir. Tabîî ki gizlenen târih yerine uydurma bir târih ikâme etmek gerekir. Boş kalmayacak ya bu önemli devir hikâyesi... Fakat unutulan çok mühim bir nokta var: İnsanoğlu mütecessistir, yâni araştırıcıdır. Merak ve şüphe insanoğlunun fıtratında vardır. Bütün târihî keşiflerin, ilim dünyâsını altüst eden buluşların bir tek anahtarı vardır: Tecessüs veyâ merak…
 
İnsanoğlu öyle garip bir varlık ki merâkı dinmeden ömrünün bitmesinden korkar da ömrünü bitirecek en ölümcül işlere kalkışır. Meselâ büyük dağların zirve tırmanışlarında veyâ piramitlerin sırrını keşfetmek için nice canlar gitmiştir.
Gizlenen târîhi su yüzüne çıkarmak isteyen hakikat avcıları da bu yolda ya hürriyetlerinden ya canlarından oldular. Belge avcıları gizli târîhin şifrelerini yıllar sonra bulmuş ve bu gerçeklerin bir kısmını insanlara sunmuştur. Bir kısmını diyoruz zîrâ târihimizin ve sosyal hayâtımızın kara kutuları olan arşiv belgelerinin cüz’î bir kısmı ancak yıllar sonra bir şekilde hakikat avcıları tarafından ifşâ edilmiştir. Yakılan yırtılan yok pahasına Bulgaristan yoluyla İsviçre’ye satılanlar da cabası.
Özellikle Türk târihi sırlar kapısı gibidir. Yıllar geçtikçe bu kapılar ya aralanıyor veyâ kısmen kırılıyor. Ama bu kapıları açmamak için ayak direten Fir’avun’un veyâ Kârûn’un fedâîleri bu hazîneleri aslî sâhipleri olan halka vermemek için direniyor. Çeşitli dernekler, federasyonlar, sivil toplum kuruluşları, odalar ve daha niceleri bu amansız savaşta halka karşı setler örüyorlar; ama açılmayan her kilit sonunda paslanacak ve kendiliğinden kırılacaktır.
 
Osmanlı Devleti döneminde de gizli kapılar vardı. Vak’anüvisler tabîî ki her şeyi yazamıyorlardı. Enderûn, bîrûn ve harem apayrı sırlar ihtivâ ediyordu. Ama bütün Osmanlı târîhi sırlarını bir araya getirseniz 450 yıllık dönem imparatorluğun son 50 yılının bir kısmı bile etmez. Bunu daha da özelleştirmek gerekirse 1876-1908 yılları yâni, Abdülhamîd Han dönemi bir Osmanlı târîhi kadar olaylarla geçmiştir. Osmanlının hiçbir döneminde hiçbir fert veyâ grup, Genç Osmanlılar, Jön Türkler, İttihâd ve Terakkî Cem’iyyeti kadar entrikalar, cinâyetler, düşmanla iş birliği gibi kripto tünellerinde gizli işler çevirmemiştir. Celâlî İsyanları, Patrona İsyânı veyâ yeniçeri olayları sebebi açık, mekânları ve fâilleri belli kalkışımlardı. Dış destekli veyâ ince ihânet hesapları olmayan hareketlerdi. Nitekim bunlar devlet yıkamadılar; her isyân gibi devleti zora soktular.
 
Son dönemin karanlık târîhinde saltanâtın ve Hılâfet’in kaldırılmasıyla sır kapılarına birer muhkem kilit daha vuruldu. Millet hâfızası resetlendi. Arşivler yasaklandı. Yeni alfabeyle yeni bir târih, edebiyât, din bilgileri ve siyâset bilimleri ortaya çıktı. Târihimiz, edebiyâtımız ve dînimiz âdetâ yeniden şekillendiriliyordu. Örflerimiz, âdetlerimiz, hattâ kimseyi rahatsız etmeyen ritüellerimiz bile değiştirildi. Kısaca biz değiştirildik. Artık bu değerler flu bir perspektiften bize ezberlettiriliyordu. Yabancı araştırmacılar târîhimize müdâhil oluyor ve el üzerinde tutuluyorlardı. Pierre Loti, Claude Farreré bizim sosyal hayâtımızın göz bebekleri oldular. Caddelere ve kutsal bir tepeye adları verildi. Babinger, Lord Curzon âdetâ millî târihçilerimiz oldular.
 
Lady Montagu 18. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’na büyükelçi olarak atanan kocası Edward Wortley Montagu ile İstanbul’a gelmişti. Yazdığı “Turkish Embassy  Letters” (Türkiye Mektupları) adlı eserinde hareme âit esrârengiz bilgiler vermiştir. Sarayın nâmûsu olan harem en mahrem ve açılması en zor olan gizli sandıktır. Nâmahrem olan kimse oraya hiç girmemiştir. Bu sandık Montagu tarafından sanal bir tasarımla açılmış ve hamam sahneleri gibi uydurma sahneler Batı ressamlarına malzeme olmuştur.
 

ARŞİVDE SULTAN ABDÜLHAMÎD’E ÂİT BİR MEKTUP

Bu aralarda târihin tozlu sayfalarına biraz dalacağız. Alâkanızı çekeceğini umduğum bâzı yazıları sizlerle paylaşacağız. Bu yazımızda 1973 yılında bir gazetede yayımlanan yazı ile konumuza gireceğiz. Konu başlıkları yine Abdülhamîd Han, yine İttihâd ve Terakkîciler ve İsrâil-Filistin çıkmazı.
 
Yazımıza konu olan mektup Sultân Abdülhamîd Han’ın Şeyhi Mahmûd Efendi’ye 22 Eylül 1329’da (1914) yazılmıştır. Sürgünde iken “Târihî emânet” diye nitelediği mektup şudur: (Açıklama ve kelime mânâlarıyla)
“Elhamdülillâhi Rabb’i-lâlemîn ve efdalü’s-salâti etemmü’t-teslîm alâ seyyidinâ Muhammedin Resûl-i Rabbi’l-âlemîn ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîyn ilâ yevmi’d-dîn
İşbu arîzamı (yüksek bir makâma sunulan tezkire, mektup, dilekçe veyâ arz-ı hâl) Tarîkat-i Âliyye-i Şâzeliyye Şeyhi (yüce Şazeliyye şeyhi) vücûdlara rûh ve hayat veren cümlenin efendisi bulunan E’ş-şeyh Mahmûd Efendi hazretlerine ref’ (sunmak) ediyorum. Mübârek ellerinizi öperek ve duâlarınızı ricâ ederek selâm ve hürmetlerimi takdîmden sonra arz ederim ki: Sene-i hâliye (bu sene) şehr-i Mayıs’ın 22. günü târihli mektûbunuz vâsıl oldu (ulaştı). Sıhhat ve selâmetinizin dâim olduğundan dolayı Allâh’a hamd-ü şükürler ettim. Efendi’m. Evrâd-ı Şâzeliyye evrâdına (Şazeli vird ve tesbîhâtı) ve vazîfe-i Şâzeliyye’ye Allâh’ın tevfîkı ile gece gündüz devâm ediyorum ve bu vazîfelerimi edâya muvaffak olduğumdan dolayı Allâhü te’âlâ hazretlerine hamd ederim ve devât-ı kalbiyyenize (kalbinizin kalbime yazdığı ilâhî kalem) dâimâ muhtâc olduğumu arz eylerim. Şu mühim mes’eleyi reşâdet-penâhîlerine (doğru yolda olanların sığınağı) zât-ı semâhat-penâhîlerine (Osmanlı Devleti’nde şeyhulislâm ve kazaskerler için kullanılan unvan sözü. Burada şeyhi için ulemâ ve ricâlin sığınağı olarak belirtilmiş) emsâl-i ukûl-i selîme (şaşmaz akıl ölçüsüne) târihî bir emânet olarak arz ederim ki ben Hılâfet-i İslâmiyye’yi hiçbir sebeple terk etmedim. Ancak ve ancak Jön Türk ve ismi ile ma’rûf ve meşhûr olan İttihâd Cem’iyyeti Rüesâsının (zâten ismi ile de ne olduğu bilinen İttihâd ve Terakkkî Cem’iyyeti’nin ileri gelenleri) tazyîk ve tehdîdi ile (baskı ve tehdit) Hilâfet-i İslâmiyye’yi terke mecbur oldum. Otuz seneden fazla bir müddetle Millet-i İslâmiyye’ye ve Ümmet-i Muhammediyye’ye hizmet ettim. Bugün Müslümânların ve selâtıyn ve hulefâ-ı Osmâniyye’nin ebâ ve ecdâdımın (bugün Müslümâların sultanlarının, halîfelerinin ve atalarımın) sahîfelerini karartmam. Binâenaleyh bu teklîfinizi mutlakâ kabûl etmem diye kat’î cevap verdikten sonra hal’ime (tahttan indirme) ittifâk ettiler (birleştiler) ve beni Selânik’e gönderdiklerini bildirdiler. Bu son tekliflerini kabûl ettim ve Allâhü te’âlâya hamd ettim ve ederim ki Devlet-i Osmâniyye’ye ve Âlem-i İslâm’a ebedî bir leke olacak tekliflerini, yâni Arâzî-i mukaddesede (mukaddes topraklar) Filistin’de Yahûdî devleti kurulmasını kabûl etmedim. İşte bundan sonra olan oldu ve bundan dolayı da Mevlâ-yı müte’âl (Yüce Allâh) hazretlerine hamd ederim ki bu mühim mes’elede şu mâruzâtım kâfîdir ve sözlerimle mektubuma hitam (son) veriyorum. Mübârek ellerinizden öperek hürmetlerimi kabûl buyurmanızı sizden ricâ ve istirhâm ediyorum. İhvân ve asdikânın (bağlıların) cümlesine selâm ederim. Ey benim muazzam üstâdım, bu bâbda (konu) sözü uzattım. Muhât ilmihâl-i semâhât-penâhîleri (olayların bilgisi dâhilinde olan yüce zâtınız) ve bütün cemâatin ma’lûmu olmak için uzatmaya mecbûr oldum.  Vesselâmü ve berekâtuhû.
22 Eylül 1329 Hâdime’l-Müslimîn, selâmün aleyküm ve rahmetullâhi” (Millî Gazete, 9 Mayıs 1973, Çarşamba, s.1-7)
 

BU VESİKA NASIL BULUNDU?

Şam’da bulunan Şeyh Mahmûd Efendi’nin mürîdi Abdülhamîd’den gelen mektûbu sakladığı, ölümünde oğluna verdiği, onun da bu mektûbu hâlen muhâfaza ettiği duyulmakla Millî Gazete bu mektubun fotokopisini elde etmek için gayret gösterdiği sırada Kuveyt’teki bir gazetecinin bu fotokopiyi elde ettiğini haber aldık. Kendisiyle temâsa geçerek târihî vesikayı okuyucularımıza sunduk. (Agg, Millî Gazete s.7)
 

SULTAN ABDÜLHAMİD’DEN SONRA YAHÛDÎ FA’ÂLİYETLERİ

Abdülhamîd’i indirdikten sonra Yahûdîler fa’âliyetlerini artırdı. Sultân’ı tahttan indirip sürdüler. İttihâd ve Terakkî Partisi’ne geniş bir şekilde nüfûz etmişlerdi. 1909 yılında kurulan hükûmette üç Yahûdî de bakan olmuştu. Meb’ûsân Meclislerinde Ermenî ve Rum milletvekîli ve bakanlar vardı. Ama Yahûdîlerin bu dönemde görev almaları çok kritik bir hatâydı. Buna hatâ veyâ tercih demekten ziyâde dayatma demek daha doğru olacaktır. Bu üç Yahûdî bakan şunlardı: 1) Nâfiâ Nâzırı Basarı Efendi.  2) Ticâret ve Zirâat Nâzırı Nesim Nazliyah 3) Mâliye Nâzırı Câvid Bey.
(Görüldüğü gibi dikkat çeken konu, ticâret ve mâliye gibi paralı bakanlıklara el koymuşlardı. Kültür ve eğitim işlerini zâten uşaklarına ihâle etmişlerdi ve onların istekleri doğrultusunda hareket edeceklerinden emindiler.)
 
1908 İkinci Meb’ûsân Meclisi’nde Vitali Faraçi-İstanbul; Emanuel Karasso- Selânik; Nesim Mazliyah-İzmir; Haskiya Sason- Bağdâd Milletvekilleri; Daviçon Karmona ve Behar Eskenazi Âyân Meclisine üye oldular.
Bu arada Emanuel Karasso Jön Türklere ilk katılanlardan olmuştur.
 
Albert Fua Meşveret Gazetesi yazarlarındandır.
Rafael Benuziyu Selânik Jön Türklerinden olup eczaydı ve istihbârât işlerinden sorumluydu.
Avram Galanti de Jön Türklere ilk katılanlardan olup T.C. Büyük Millet Meclisi’nde 7. Dönem Milletvekilliği yapmıştır. (8 Mart 1943- 14 Hazîran 1946)
 
Bu nâzırların, çevrelerinden aldıkları desteklerle 1914 yılında çıkartılan bir kânun çerçevesinde Yahûdîlerin Osmanlı topraklarında arâzî satın almaları sağlandı. Bunun üzerine Yahûdîler Filistin civârına yerleşerek geniş topraklar üzerine yayıldılar.
 
Birinci Dünyâ Savaşı sonunda Orta Şark’ta hiçbir dostu kalmayan İngilizler burada bir dost kazanma gâyesiyle Yahûdîleri destekleme karârı aldı. (Aslında bu İngilizlerin Abdülhamîd’in tahta geçip Yahûdî ve Filistin siyâseti belli olduktan sonra o dönemlerin belirlenen siyâseti idi.) Bu nâzırların, çevrelerinden aldıkları desteklerle 1914 yılında çıkartılan bir kânun çerçevesinde Yahûdîlerin Osmanlı topraklarında arâzî satın almaları sağlandı. Bunun üzerine Yahûdîler Filistin civârına yerleşerek geniş topraklar üzerine yayıldılar.
                 

İMPARATOR II. WİLHELM’İN OSMANLI ZİYÂRETİ

Kayser II. Wilhelm’i dâvet eden Abdülhamîd Han, ince siyâsetini burada da göstermiş ve Almanya’yı İngilizlerle Fransızların karşısına dikmiştir.
 
“Alman İmparatoru’nun son ziyâreti sırasında yapmış olduğu bir konuşmada yer alan ‘300 milyon Müslümânın dostuyum ve II. Abdülhamîd ile dostluğumuz bâkî kalacaktır. (300 milyon İslâm’ın melcei olan Zât-ı Hazret-i Hılâfet-penâhî ile bütün İslâmlar Almanya İmparatorunun kendilerine dâimü’l-evkât bi-muhibb-i sâdık kalacaktır’. (300 milyon Müslümân’ın sığınağı Hılâfet’in koruyucusu ve diğer bütün Müslümanlara İmparator Wilhelm her zaman sâdık ve sevgi dolu olacaktır.)
II. Abdülhamîd uygulamış olduğu denge siyâseti ile Kudüs’te bulunan Fransız Katolik nüfûzunu Almanya ile kırmıştır. Böylece Koca Sultan üç semâvî din için kutsal kabûl edilen Kudüs’te din ve kudsiyyet üzerinden bölgedeki Osmanlı otoritesini korumuştur. (Merve Savaş, Yüksek Lisans Tezi, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Filistin ve Sûriye Ziyâreti (1898) T.C. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Tarih Programı, Sonuç Bölümü, s. 166-168, İstanbul, 2018.)
 

ÎDÂMLAR

Câvid Bey, II. Meşrûtiyet döneminde Mâliye Nâzırlığı yapan Yahûdî kökenli Osmanlı vatandaşı idi. Hukukçu, dil eleştirmeni ve tercüman Şiar Yalçın’ın da babası idi. Atatürk’e karşı İzmir Sû-i-kasdi’ni tertipleyenler arasında olduğu gerekçesiyle îdâm edilmiştir. Bu mahkemede Doktor Nâzım Bey, Yenibahçeli Nâil Bey ve Hilmi Bey de îdâm edilenlerdendir. Cenâzeleri hapishâne avlusuna gömülmüştür. Mâliyeci Câvid, 1916-1918 yılları arasında “Hür ve Kabûl Edilmiş Masonlar Büyük Locası” üstadlığını yapmasına rağmen bu îdâmdan kurtulamamıştır. Câvid Bey Lozan Delegasyonu’nda da rol almıştır. “İzmir Sû-i kasdi hâdisesiyle hiçbir ilgisi olmadığı ve suçsuz olduğu ve haksız yere asıldığını İsmet İnönü “Hâtıralar”ında anlatır. (Sabahattin Selek İsmet İnönü, Hâtıralar, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2006.)
 
Kıssadan hisse odur ki, Cumhûriyet’e geçiş dönemlerine tekaddüm eden (önce) Genç Osmanlılar ve Jön Türkler dönemi ve onların matruşkalarından olan’in İttihâd ve Terakkî’nin Osmanlılığını kaybetmiş azınlıklarla birlikte bu millete yapmış oldukları ihânetler hiç göz ardı edilmeden bir bir deşifre edilmelidir. Sonra gelen fetret dönemi ve matruşka dönemleri ve ihtilâllerde kimlerin nasıl müdâhil oldukları da mutlakâ bütün detayları ile bu millete anlatılmalı ki bu milletin gelecek nesli bu oyunlara gelmesin.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.