İçinden nehirler geçen şehirler olduğunu birçok insandan duymuştum ama içinden deniz geçen şehri tek başıma keşfediyordum.
Ellere bak ellere!
Sır verilmez ellere!
Dua etmek gerekir,
Öpülecek ellere!
Yara sızlar yara sızlar,
Kan akıyor yara sızlar.
Yaralının durumunu,
Nasıl bilir yarasızlar!
***
Yeni çevrem, işim, ideallerim birbirleriyle amansız bir muharebeye tutuşmuştu iç âlemimde. Düzlüğe çıkabilmem için daha fazla gayret göstermem, daha fazla vakit kaybetmemem lazım geliyordu. Yürekciğim pır pır ederken hikâyesini dinlediğim bu büyük şehrin sokaklarında, caddelerinde korkulu bir o kadar da merakla yol alıyordum. "İşte dünyanın pek merak ettiği İstanbul ve içinde yaşayacağım şehir. Onu tam tanımalıyım” deyip yeni hususiyetlerini, semtlerini keşfetmeye başlamıştım ki yol da bitti vakit de... Yürüye yürüye Yeşilay Hanı yazılı tabelanın önüne gelince;
“Hanın yeşilinde miyim, burası neresi?” diyor, kendi kendime muziplik yapmaya çalışıyordum. Belki de iç sıkıntılarımı bastırmak içindi.
İstanbul’u keşfetmenin heyecanına, maksadıma tam ulaşamamanın üzüntüsü karışıyor; ama yine de bu Türkiye'nin bir ucundan diğer ucuna kendi başıma yaptığım yolculuğu düşününce huzurla doluyor, mesut ve bahtiyar oluyordum. İçinden nehirler geçen şehirler olduğunu birçok insandan duymuştum ama içinden deniz geçen şehri tek başıma keşfediyordum.
Her tanıdığımda biraz daha âşık oluyordum ona.
Ehl-i aşklar yanmış, tutuşmuş sende.
Bir aciz kimseyim,
Veysel’im beni de, seversen olayım yârin İstanbul...
Bu mısralarını şair benim için yazmıştı sanki. Ya da onun gibi İstanbul âşıkları için lazımdı bu şiir.
Ne çok rakibi vardı.
İstanbul'un âşıkları çoktu.
Peki, ya İstanbul kime âşıktı?
Bu güzel ve tarihî şehrin her karışını tek tek görmek, ellerimle dokunmak istiyordum. Denizini, dağını, tepelerini hatta gölgesini bile. Bu arzu ve hayallerle epey mesafe almıştım. Bu aşk, yola niçin yalnız çıktığımı unutturmuş gibiydi bu çalışanlar aklıma gelene kadar.
Eski cami-i şerifler, medrese, hamam, köşk gibi taş binalarla dolu, selvi ve çınarların mor tülden gölgelerinin serinlettiği bir yerde buldum kendimi. Binlerce insan da o tarih kokan taş eserlerin arasındaki geniş sokaklarda ve caddelerde koşuşturuyordu: Talebeler, son derece şık giyimli hanımlar, beyefendiler, dilenciler, turistler, gençler, ihtiyarlar yani her çeşitten insan bulmak mümkün. Uzaktan yakından vapur düdükleri, motor sesleri, çığırtkanlar, plakçılardan yayılan müzik sesleri bir şehir ambiyansı olarak yayılıyor, davetsiz misafir olarak da kulaklarımızı dolduruyordu. Hassas gönüller, sert mizaçlı şehir berduşları, alışveriş yapanlar, saçı sakalı birbirine karışmış turistler, işçiler, memurlar daha neler neler? Anlayacağınız arı kovanı gibiydi her taraf. Benim için çok muhteşem olsa da İstanbul için sıradan bir gündü. Bu manzarayı gözlerim büyümüş, aç bir kedinin taze bir ciğeri görüp siperlenmesi gibi pürdikkat seyrediyordum. DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...