NEFRET!..

A -
A +

"Hicret" İslâm Medeniyetinde, bilhassa da Süleyman Çelebi’nin "Mevlîd" adıyla şöhret bulmuş Vesilet’ün Necât-Kurtuluş vesilesi Mevlîd-i Nebîsini İslâm edebiyatına kazandırmış Türk irfanında kutlu bir kelime hüviyeti kazanmıştır.

 

Çünkü; Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, müşrik düşmanlık ve baskısı yüzünden doğup büyüdükleri Mekke şehrinden hicret etmek, göçmek zorunda kalmışlardı. O, göçtüğü, yerinden yurdundan ayrıldığı için mü’min, böyle bir hâdise yaşadığında onu bir musibet olarak görmez, sünnetle şereflenme sayar.

 

Hicret, İslâm cemiyetinde öylesine değer kazanmıştır ki o tarih, daha sonra takvim başlangıcı yapılmıştır. Peygamberler Peygamberi, kendileri ve tâbileri, bir hicret stratejisi gütmeyip de ilâhi iradeye muvafık olarak sonraki ismi Medine olacak Yesrib’e gitmeselerdi İslâm tarihi nasıl bir seyir kazanırdı? Ayrı bahistir; cevabı, bir kitap telif etmeyi icab ettirir.

 

Mekke bir tebliğ ve bekleyiş, bir anlatma anlaşılma, saldırılar karşısında müdafaa dönemiyken, cemaat hâli iken Medine, Devletleşme ve tecavüzlere karşı taarruz merhalesidir.

 

Hicret, o çileli ve kutlu yolculuk, İslâm Cemiyetinde serpilip büyümeye ve ufukların fethine vesile olmuştur. Medine’deki bu yeni hayatta Mekkeli sahabilerin unvanı Muhacirîn, Muhacirler, hicret etmişler; Medine’de onlara evlerini, gönüllerini ve imkânlarını açan sahabilere de Ensar denir.

 

O Hicret, bizim kültürümüzde azîz ve kutludur.

 

O yardımseverlikler, minnet duyulacak denli yücedir.

 

Bundan ötürüdür ki Şanlı Peygamberi evinde ağırlayan Halid bin Zeyd ebu Eyyub el Ensârî hazretlerinin türbe ve küllîyesi Türk ve İslâm dünyasının şah şehri İstanbul’un yüzük taşıdır. O kadar ki bizim terbiyemiz, o türbe, o sahabi, o hatıra, o hizmete duyulan hürmetten dolayı, Eyüb kazasını "Eyübsultan" yapma farkını göstermiştir.

 

Hicretler, göçler, şahısların da milletlerin de hayatlarında ve gittikleri coğrafya ve toplulukların hayatında inkılaplara; değişim ve dönüşümlere yol açarlar. Hicretler, göçler, bazen bir saadet ve arayış sebebiyle bazen de zulümden kaçma şeklinde olur.

 

Kavimler Göçü olmasaydı, Asya ve Avrupa yahut eski dünya nasıl bir çehre kazanırdı? Üzerinde durulacak bir gerçektir. Zulümden kaçmaya misal olarak Müslümanların, Müslüman Türklerin, Moğol dehşeti yüzünden Türkistan’dan batı iklimlerine yönelmelerini gösterebiliriz. İslâmiyet Arap yarımadasında şavkımış fakat o ışık, Türkistan’da hikmetler hâsıl etmiştir. Büyük Hadis âlimi İmam-ı Buharî’nin Buharalı ve itikad önderlerimizden İmâm-ı Maturîdi’nin de Semerkandlı olduğunu hatırlayabiliriz.

 

Savaşlar ve fetihler de bu cümleden olarak bir değişim, dönüşüm sebebidir. Sultan Alparslan ve O’nun mübarek ordusu, 26 Ağustos 1071’de Anadolu kapılarını açmasaydı, takip eden Sultan ve ordular bunu devam ettirmeselerdi, Fatih Sultan Mehmed Han, mübarek ordularıyla, İstanbul’u fethetmekle kalmayıp bütün Balkanları yani güney Avrupa ve Kırım’ı zapt etmeseydi buralarda bugün din, mezheb, milliyet, gelenek, hayat nasıl olurdu?

 

Şahısların hayatındaki tahsiller bile bir hicrettir. Yaşı 50’nin üzerinde olan büyük şehir sakinlerinin çoğu tahsil sebebiyle o şehre gelmiş ve yerlisi olmuşlardır.

 

Kırım Harbi, Türk-Rus Harbi, Balkan Harbi, Harb-i Umumî denilen I. Dünya Harbi, mübadeleler bugünkü nüfusumuzu teşkil eden ailelerin dede ve ninelerinin topraklarından kopma sebepleridir. Soyadları bile bunu isbatlar. Nice ailenin soy ismi Kırımlı, Giritli, Moralı, Rodoslu, Şamlı, Halepli, Üsküplü, Filibeli vs. vs. vs.dir…

 

Harpler, zelzele gibidir. Nüfusları yerinden oynatır. I. Cihan Harbi devri şark vilayetlerimizde "kaç-kaç!" diye bir tabir vardır. "Moskof" mezalimi üzerine yerlerini-yurtları bırakıp kaçmanın adıdır.

 

Bir memleketten bir başka memlekete adım atma, neden yaşanırsa yaşansın gelen bu yeni kitleyi yönetmek, kazanmak, memnun etmek güçlü göçmen siyaseti ister. Bu iş, Medine’de çok yüksek bir maharetle yapıldığı için Ensar ve Muhacirîn birbirlerini aşkla sevdiler, o muhabbet, Bedir’de zafer, Kadisiye’de fetih, kısa süre sonra da Bizans önlerinde pazarlık yapan bir güç oldu.

 

II. Dünya Harbi’nden sonra Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın bizden işçiler alması, onların buralara yerleşmeleri, yaşlanan mahallî nüfusu dengelemeleri bugün de çifte vatandaşlıkla bulundukları yerlerden reyleriyle Türkiye siyasetinde rol oynamaları buna misaldir. Bizim askerlikteki devşirme sistemimiz ve ABD’nin bugünkü Yeşilkart uygulaması da keza misallerdir.

 

Bir sebeple merhametimize iltica etmiş insanlar için körü körüne nefret duygularıyla "gitsinler!" diye öfkeler geliştirmek, sorumsuzluk ve cehalettir. Garip olan şu ki ortalığa dökülmüş bu yabancı düşmanlığı yapan kişilerin aileleri, bir zaman önce Balkanlardan veya Rodos’tan yahut Kafkaslardan gelmedir. Köklerine bakmadan yabancı nefreti gütmeleri, Almanya’da gece yarısı Türklerin evlerini ateşe veren, insanları yakan Neo-Nazi zalimleriyle aynı suç cinsine girer. Yurdumuzda on yıldır sığınmacı nefreti yaşanmaktaydı. Şimdi o nefrete, kendilerine bekledikleri oyu vermeyen afetzedelere karşı duyulan politik nefret de ilave oldu.

 

Şu hâdise, devlet tarafından ele alınması gereken çok ciddî bir mes’eledir.

 

Nefret, bir ruh bozukluğu ve tedavi gerektirir hastalıktır.

 

Üzerinde hassasiyetle çalışmak gerekir.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.