1.83 boyunda, yüz otuz kiloluk kocaman annem, diyabet için gittiği muayenelerde doktorların kendini anlamadığından dert yanıyordu. Aslında haksız da sayılmazdı. Doktorlar her şeyi yasaklıyor, o kocaman dev cüssenin nasıl doyacağını hiç hesap etmiyordu. Yaşlılıkla birlikte iki büklüm olmuştu kadıncağız. Yürüyemiyordu artık. Derken böbrekler de oyunbozanlık yapmaya başlamıştı. Diyalize götürdüğümüz bir günün akşamı yatağında kendi kendine dalıp gitti: "Hey gidi Koca Sıdıka... Sen de mi gidiyon?" dedi kendine. "-Yok, anne" dedim, "İyisin iyisin. Sen benim koca bebeğimsin..." Sarılır öperdim yanaklarından. Elimde kocaman bir bebek gibi olmuştu gerçekten. Koca şehirde annemden başka kimsem yoktu ki zaten. Ona bakmak için yuva bile kurmak istemedim... İyice bakıma muhtaç olduğu yıllardı. Bir gece yarısı, dengesini yitirip karyoladan aşağı kayıvermişti. Tek başıma yatağına kaldırabilmem imkânsızdı. Ağabeyimi arasam, gece olmuş 03.00. Biz Maltepe'deyiz. Ağabeyim Mecidiyeköy'de. O saatte nasıl gelecek? O gelene kadar kadıncağız yerde böyle mi kalacak? İşte o zaman anlıyorsunuz kimsesi olmayanların kimsesizliğini. Apartmanda bir köy kadar nüfus yaşıyor. Ama herkes kendi başına. Kimse kimsenin kapısını çalamıyor. Gelmeyeceklerinden değil. Komşuluk kalmamış ondan. Herkesin evinde her gün aynı misafir var: Televizyon... İnsan misafirliği bitti. Öyle olunca da "adres komşuluğu" böylesi acil durumlarda "kapı çalmak" için gereken samimiyete yetmiyor. Aklıma "155 Polis İmdat" geldi. Arayıp durumumu anlattım. Adresimi verdim. Üç dakika geçmedi... Baktım ekip arabası kapı önünde, iki polis de kapıda. Nasıl sevindim. Geldiler. Anneciğimi yatağına kuş gibi kaldırdılar. Belli ki Anadolu çocuklarıydı. Bir de "Geçmiş olsun" teyzeciğim diyerek ellerinden öpüp gittiler. Şu koca şehirde çektiğimiz yalnızlıklara ağladım annemden gizli... Artık annem sürekli diyalize gidip gelmesi gereken hastaydı. Kocaman cüssesiyle onu haftanın üç günü diyalize götürmek öyle zordu ki... Ağabeyim annemi, ha deyince rahat götürüp getirebilmem için bir araba aldı. Yarı pikap türü bir araçtı. Annem tekerlekli sandalyeyle çok rahat taşınabiliyordu. Marmara Üniversitesi Hastanesi ikinci adresim olmuştu. Tıpta devrim haberleri okuruz hep. Diyalizdeki yaşanan çaresizlikler sanki tıbbın ilgi alanına girmiyor. İyi ki doktorların, hemşirelerin tatlı dili güler yüzü var. Yoksa tıbbın henüz insan için bir şey yaptığı yok. Her hafta git gel git gel... Hiçbir şey değişmiyor. Anneciğim nedense memleketi çok dillendirmeye başlamıştı. Diline vuruyordu. Sanki insanın içine mi doğuyordu, bilemiyorum. "Artık çok kaldım buralarda" der gibiydi. Köye gidip biraz bahçeyle uğraşacak, evin pencerelerini tamir ettirecekti. Yapacak çok işi vardı köyde. Aslında anneciğim hasrete eriyordu. İstanbul, diyalizle başa çıkılacak gibi değildi. İşte, içine aldığı bir aileyi daha içini çürüttükten sonra gönderiyordu. İstanbul'un gezilesi ve görülesi yerleri zaten bizlere değildi. Ne statümüz, ne bütçemiz elverirdi. Yedi kat yabancılar gelip İstanbul'un tadını çıkarır ama bize koca şehrin kahrı kalırdı. Memlekete gitmeye karar verdik. Orada daha tenhaydı diyaliz merkezleri. Hem İstanbul ile kıyaslandığında yakın mesafe oluyordu... Anneciğim memlekete gittiğimizin üçüncü ayında yine bir diyaliz seansında son nefesini verdi. Seksen üç sene sonra eşini de İstanbul'a kaptırmasına rağmen kendisi yine doğduğu topraklara gömülmek nasip olan ender insanlardandı. Şimdi ben annesizim. Kendim anneanne olacak yaşa geldim. Ama kimsesizim. Anneme bakmak için annemle yaşadım. Hiç de pişman değilim. Ve bu yaşıma geldim hâlâ onu bir çocuk gibi arıyor, her gün "anne" diye ağlıyorum. Annesi hayatta olduğu halde özlemeyenlere ise şaşıyorum. N. Mutlu-Maltepe/İstanbul Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00