O gün bankadan erken çıkmayı düşünmüştüm. Eve misafir gelecekti. Mısır Çarşısı'na uğramam lazımdı. Erken çıkacağımı iki müdür yardımcıma da söylemiştim. Çıkmadan önce de şubede öylesine bir iş olsun kontrolü yapayım istiyordum. Asma kata çıktım. Dış ilişkiler servisi burada. Bankada iş çok. Telefonlar, bilgisayarlar, memurlar harıl harıl çalışıyor. Beni fark eden bile yok. Ağustos ayının bunaltıcı sıcağında bankoların önü müşteri kaynıyor. Arka koltuklarda bekleşenler sabırsızlıklarını belli ediyorlar. Bir memurenin tiz ve notasız sesi bütün uğultuyu bastırıyor. Karşısında duran taşra giyimli bir adam ve beş-on yaşlarındaki çocuk dikkatimi çekiyor. Memure ile tartışıyor mu yalvarıyor mu belli değil. Memure bankada birkaç zamandır sorun çıkaran müşkülpesent bir hanım. Her türlü iç olumsuzluğunu işe yansıtan bu memurumdan çok şikâyet geliyor. Müşterileri önüme siper ederek bankoya yaklaşıyorum.Konuşmaları net duyabiliyorum artık: -Ne olur hanım kızım, ta Eskişehir'den geldik. İki gündür sürünüyoruz. Yarın da hafta sonu, daha kalamam buralarda. Memure, bukle saçlarını omuzuna atarak aynı ilgisizlikle cevap veriyor: -Bana şimdi geliyorsun. Bu benim sorunum değil. Yetişir yetişmez beni ilgilendirmez. -Hanım kızım, para çekecek değilim. Borcun ödendiğine dair bir kâğıt verirseniz icraya götüreceğim. Traktörümü bağladılar, ne olur işimi gör, sav beni başından. -Traktörüne haciz koydururken düşünseydin. Ben ne yapayım? Bu saatte kalkıp evrak arayamam. -İşte makbuzlar elimde, elbet numarası yazılıdır. Yemin ediyorum ne otele ne lokantaya yetecek param kaldı. Otobüs biletim ancak çıkışır. Yanındaki çocuk, deminden beri ağlamaklı sesle memureye yalvaran babasına yapışmış, çekik gözlerinden süzülen mahzun bakışlarını konuşmalara göre kâh babasına kâh memureye çeviriyor. Dayanamadım. Aniden memurenin karşısına dikildim. Beni görünce birden zavallılaştı. Benzi sarardı: -Bu beyefendinin evrakını çıkart. Borcu ödendiğine dair icraya hitaben yazısını yaz getir, acele odamda bekliyorum. -Baş üstüne müdür bey. Adamcağız şaşırsa da, kırk yıllık dostummuş gibi koluna girdim. Odama götürdüm. Taşralı adama çay, çocuğuna da gazoz söyledim. Muavinim erken gideceğimi hatırlattığında da "vazgeçtim" dedim. Çocuk gazozu yudumlarken çekik gözlerini benden ayırmıyordu. Ne masum ne mübarek yüzü vardı şu çocukların. Babası ise halen şaşkın vaziyetteydi. Evrak önümüze gelene kadar konuşmadık. Memure az sonra evrak hazır halde getirdi. Teşekkür ettim. Evrakı aldım. İmzalayıp beyefendiye uzatırken, az önceden fark ettirmeden hazırladığım ayrı bir zarfın içine de bugünkü parayla bir 100'lük koymuştum. Onu da uzattım. Adamcağız ayağa kalkıp masama gelirken gözleri nemli, ne diyeceğini bilemiyor. "Müdür Bey ayağın taşa değmesin, beyler paşalar gibi aziz ol!.." -De hadi otobüsü kaçırmayın... Çocuğu yanaklarından öpüp ikisini de yolluyorum. Ben odama girmeden ardımdan geri geliyor. Daha bir mahçup elindeki zarfı gösteriyor: -Beyim, bunu neden yaptın? -İki sebepten. Biri, yüzündeki masumluğuyla yanındaki şu yavrunun, daha şimdiden insanlara güveni sarsılmasın, babası da gözünde küçülmesin, diye. İkincisi senin için yaptım. Seni, yıllar önce çocukluğumda, beni doktora götürdüğünde reçete ve ilaç yazması için Sezai doktorun ayaklarına kapanan babama benzettim. Minnet ateşinde pişmiş, çileleri örsünde döğmüş bir yiğidi, oğlunun yanında yalvartıp ağlatacak kadar vicdansız değilim!.. Şerif Aydemir-İstanbul > Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00