Geniş Açı'nın bugünkü yazarları Sema Maraşlı ve Mehmet Ali Özbudun

A -
A +
Sema Maraşlı - semamarasli@gmail.com
 
ERKEKLERİN AŞAĞILANMASI KADINLARI YÜCELTİYOR MU?
 
Son yılların fikir modası “erkeklerin aşağılanması” oldu. Her dönem bazı fikirler, farklı akımlar moda olur. Fikir modasının da kıyafet modasından pek farkı yoktur. Az sayıda insan tarafından kurgulanır; kurgulayanlar kendi inançlarını ya da inançsızlıklarını, hayata bakışlarını, zevklerini kısacası kendi içlerindekini dökerler eserlerine.
Bazı şöhretli insanlar kullanılarak bu fikirler dile getirilir ve bir bakarsınız ki insanların pek çoğu bilinçsizce bu fikirlerin peşine düşmüşler. Papağan gibi herkesin dilinden aynı cümleleri duyarsınız.
Savunulan fikirlerin üzerinde bir kritik analitik yapılmaz, sebep sonuç ilişkisi kurulmaz, hatalı olabilir mi diye bile düşünülmez. Bu fikir akla mı hitap ediyor, nefse mi hitap ediyor, dünyaya mı ebedi hayata mı hitap ediyor, neden destekliyorum, diye hiç sorgulanmaz. Bu fikri savunmanın topluma faydaları mı zararları mı oluyor diye bakılmaz. Kitle psikolojisi ile sürü hâlinde pek çok insan aynı cümleleri dillendirir.
Feminizm de Batı da kurgulanmış fikirlerden biri. Kapitalist sistemin kurulması ve varlığını sürdürmesi için kadınlara ihtiyaç vardı. Zira kadınlar harcamayı severler. Harcamayı artırmak için kadınlar harcandı. Kadınlar evden çıkmalı çalışmalı ve çokça tüketmeliydiler ki sistem dönsün. Sanayi devrimi ile birlikte kurgulandı feminizm. Öyle ya üretilenler hızlıca tüketilmezse fabrikalardan istedikleri kazancı elde edemeyeceklerdi.
O dönemin şartları; çıkan savaşlar ile erkeklerin evden uzaklaşması ve Batı kültürünün kendi dinlerinden dolayı kadını aşağılaması da onların işine yarayan unsurlar oldu. Kadınlar akın akın evden fabrikalara koştular.
Sanayi devrimi, aile kurumunun çöküşünü başlattı. Bu da kapitalist sistemi üzmedi tam aksi mutlu etti. Zira kadınlar mutsuzken daha çok harcarlar. Ayrıca boşanma demek ayrı ayrı evler, ayrı ayrı eşyalar derken alıp satılan her şey sanayiyi güçlendirir!
Kadın hareketi ile modernizmin de temelleri atılmış oldu. Feminizmi savunmak sanki modern olmanın bir ölçüsü gibi algılanmaya başlandı. Pek çok erkek de feminizme destek oluyor, modern görünebilmek adına. Ülkelerin politikaları bile feminist fikirler üzerine kuruluyor.
Feminizm medya desteği ile bir virüs gibi yayıldı. Köydeki Güllü Teyze bile feminist oldu, feminist olduğunu bilmeden.
Şu da net bir gerçek ki kadınların feminizm bu kadar tutmalarının sebebi feminizmin kadınların zaaflarından besleniyor olması yani feminizmin nefse hitap ediyor oluşu...
Feminizm güç vurgusu ile nefsi şişiriyor. Ben ben ben… Ben kadınım ben her şeyim ve ben her şeyi yapabilirim bir erkeğe ihtiyacım yok… (Gerçekten öyle mi acaba?)
Feminizmin bireysellik vurgusu “Ben bireyim kimse bana karışamaz” nefse hoş geliyor. Yalnız “bana kimse karışamaz” diyen kadın; kocasına, çocuklarına, etrafında pek çok kişiye karışıp, kontrol etmeye çalışıyor. Kendi bireyselliğine saygı istiyor fakat kendi yakınlarının bireyselliğine saygı duymuyor.
Feminizmin vaat ettiği “Özgürlük” yine nefsi besleyen bir iddia. “Özgürlük” fakat nasıl bir özgürlük? Evler kadınlara hapishane, eşe ve çocuklara hizmet kölelik gibi gösterilerek kadınlar evden koparılıp, paranın ve alışveriş merkezlerinin gönüllü kölesi hâline getirildi. Ve ne yazık ki kadınlar kendilerini böyle özgür zannediyorlar.
Feminizm, kadınların haklarını savunur fakat kadınların sorumluluklarından hiç bahsetmez. Kadınlar kendi sorumluluklarının konuşulmasından hoşlanmazken erkeklerin bütün sorumluluklarını fazlasıyla yerine getirmesini hatta kadınların sorumluluklarını da üstlenmesini bekliyorlar.
Feminizm kadınlara dokunulmazlık getiriyor. Kadınsan ne yaparsan yap haklısın, masumsun…
Feminizm, toplum ve ailedeki bütün aksaklıklardan, kadınların mutsuzluğundan erkekleri sorumlu tutar. Bu da insan nefsinin kendini temize çıkarma çabasını destekliyor, doğal olarak.
Feminizm eşitlik iddiası ile başladı fakat gelinen noktada erkek düşmanlığına dönüşmüş durumda. Feministler bir hak mücadelesinden daha çok din ve erkeklerin üzerine basarak yükselme hedefi güdüyorlar.
Feministler din karşıtı ne varsa talep ediyorlar. Özgürlük (aile bağlarını zayıflattılar) Cinsel özgürlük (elde ettiler) Kürtaj (pek çok yerde serbest yapılıyor)… Ahlaki değerlerin yerle bir olması…
Kadın hareketinin geldiği bu noktada feminist kadınlar, erkekleri aşağılayarak yükselme hedefindeler. Medya ve pek çok uluslararası kuruluşlar kadınlara yardım etmekte ve bunun için büyük bütçeler ayırmaktalar, özellikle İslam ülkelerinde kadın hareketlerini desteklemek için.
Batılı ülkeler feminizmin kendi ülkelerinde erkeklere ve aile kurumuna verdiği zararı yeni yeni fark ederken durumu toparlama çalışmalarına başladılar. Feminist hareketin zehirlediği kadınların şerrinden korktukları için hızlı adım atamıyorlar fakat durumun vahametini halka anlatan kitaplar yayınlanmaya başladılar.
“Erkeklere Karşı Savaş: Yanlış Politikalar Genç Erkeklerimize Nasıl Zarar Veriyor?” gibi sistemi sorgulayan içerikte kitaplar yayınlanıyor ve akademisyenler tarafından makaleler kaleme alınıyor.
Fakat bizim ülkemizde bir uyanış henüz görülmüyor. Körü körüne bir feminizm destekçiliği devam ediyor. Hataları fark edenler de feministlerin şerrinden korkuyor olmalılar ki duruma sessiz kalıyorlar.
Feminizm yanlış anlaşılıyor “Erkek düşmanlığı” değildir diyen feministlerin her daim söylemleri ve yaptıkları yanında, bu sözleri pek bir samimiyetsiz duruyor.
Cinsiyet ayrımına karşı olan ve cinsiyet eşitliği savunan feminist dernekler, buldukları her fırsatta erkekleri aşağılayarak hatta hayvandan da aşağı görerek en büyük cinsiyetçiliği kendiler yapıyorlar.
Kadına şiddet ve taciz haberleri bahane edilerek erkekler üzerinde ciddi bir aşağılama kampanyası yapılıyor. Erkeklerin kadına karşı işlediği bireysel suçlar bütün erkeklerin üzerin yıkılmaya çalışılıyor. Şiddet haberlerinden sonra sosyal ağlarda genç erkeklerin “Erkek olduğum için utandım” sözlerine defalarca denk geldim.
Feminizm, temelde bir din karşıtlığı iken maalesef ki bizim toplumumuzda da kendini dindar diye tanımlayan kadınlardan fazlasıyla destek görüyor. Yazı dünyasında yer alan kadınlar, her dem kadınların ezilmesinden, erkeklerin onlara kötü davrandığından… bahsedip duruyorlar. Sürekli bir erkek aşağılaması içindeler. İnandık dedikleri din ile bu yazdıklarının ne kadar uyuştuğunu ya da çatıştığını hiç sorgulamıyorlar. Erkekleri aşağılamak kadınları yüceltmeyecek, tam aksi erkeği aşağı çeken kadın kendi de en dibe batacak.
Din karşıtı feministlerin yaptıkları, beslendikleri Batı ideolojisi sebebiyle bana normal geliyor da İslam dinine mensup onların, onlarla aynı fikirde olmaları üzücü.
Ülkemizde ilk defa din düşmanları ile dindar kesimin okumuş kadınları ortak bir noktada buluştu: Feminizm. Bu bile feminizmi sorgulamak için mühim bir sebep. Rabbimiz “Siz onlara benzemedikçe onlar sizden memnun olmaz buyuruyor.”
Kadın ve erkek bir kuşun iki kanadı. Kanatlardın biri kırık olursa o kuş uçamaz.
Kendini dindar diye tanımlayan feministlerin kendilerini şu soruyu sormaları gerekmiyor mu? Kırdığımız kanattan sorumlu tutulacak mıyız? Tek kanatla uçmayı başarabilecek miyiz? Erkeklerin aleyhine konuşarak ve yazarak kadınlara fayda mı zarar mı veriyoruz? Bu yaptıklarımızın; kendimize, çocuklarımıza, aile kurumuna ve topluma etkisi nedir?
Ve en mühimi şu soru ki, erkekleri aşağılayarak kadınların zaaflarından beslenen bir Batı ideolojisine destek olmamızdan Rabbimiz razı mıdır?
 
*****
 
Mehmet Ali Özbudun  
 
Unutmadık!
 
Hayretle izliyorum.
Bir taraftan, bir dizi felaket senaryosunu seslendirirken, diğer taraftan kendilerini aklamaya çalışıyorlar. 1990’lı yıllarda kilit görevlerde bulunan iki eski bürokrat, ekrana çıkmış, ekonomiyi değerlendiriyor.
Bir tanesi, büyük bir pişkinlikle aynen şöyle diyor:
-Biz, tıkır tıkır işleyen, pırıl pırıl bir ekonomi devretmiştik.
Ne diyelim?
-Pes doğrusu!
Bürokratların insaf ve iz’andan yoksun kurusıkı atışlarını dinlerken, dönemin koalisyon hükümetlerinin ekonomiye ilişkin “müseccel ve muhteşem” performansını hatırladım.
Hemen belirtelim ki, söz konusu yılların “tıkır tıkır işleyen” ekonomisi, bir “örgütlü sorumsuzluğu” çağrıştırıyordu. Ankara’dan bölüştürülen rantların egemen olduğu Hababam Ekonomisi, Hababam Sınıfı tarafından yönetiliyordu. Hababam Sınıfı, tüm sosyal sınıfların fevkindeydi.
Ahbap-Çavuş Kapitalizmi’nin vesayetçi kurumları, “tıkır tıkır” işliyordu; kâr ederlerse onların, zarar ederlerse devletindi. Böylesine güçlü bir yozlaşma, ülkeyi tamamen içe kapatarak, küresel rekabet ortamından da koparıyordu.
Dahası…
Kokuşmuş düzene yönelik “iç ve dış tehditler” sürekli canlı tutuluyor, halkımızın gevşemesi önleniyordu. Esasen, bu milleti boş bırakmaya gelmezdi. Boş kalırsa, ya davulcuya ya da zurnacıya varabilirdi.
Yani…
Yanisi şu:
-Bu ülke, birilerinin çiftliğiydi!
* * *
Ne mi yaptılar?
Özetlemek gerekirse…
-Enflasyonu bir hayat tarzına dönüştürdüler. Enflasyonu önlemek yerine, onunla birlikte yaşamanın yollarını keşfettiler. Yüksek kronik enflasyonu, “büyümenin ve istihdamın bedeli" diye takdim ettiler.
-TL’yi sıfırlarla donattılar. İnsanımızı, kuyruğunda 15 tane sıfır barındıran katrilyonlu makro göstergelerle tanıştırdılar.
- TL’nin sıfırları, giderek yüzümüzü kızartmaya başladı. Küresel alanda bankacılık işlemlerinin yapıldığı SWIFT (Society for Worldwide International Financial Telecommunications) sisteminde, 99 trilyon TL’nin üzerindeki işlemler gerçekleştirilemiyordu, TL’den 6 sıfır atmak zorunda kaldık.
-Merkez Bankası’nın Hazine’ye açtığı kısa vadeli avansı (Genel Bütçe başlangıç ödeneklerinin % 15’i kadar), son damlasına kadar kullandılar.
* * *
-Kamu bankalarını ikinci bir hazine gibi kullanarak, “görev zararları marifetiyle" siyaseti finanse ettiler. Bütçe açıklarının bir bölümünü, kamu bankalarının bilançolarına süpürdüler.
-Bütçe dışı fonlar ihdas ederek ve bu dipsiz kuyuları, Sayıştay denetiminin dışına çıkararak, Meclis'ten geçen bütçenin yanında, ikinci bir bütçe oluşturdular.
-Bir dizi özel bankanın (22 tane) hortumlanmasını ve batmasını büyük bir keyifle seyrettiler.
-Fizik kapitalin (üretenlerin) vermediği verimi, finans kapitale verdiler. Böylece, sadece içeride haksız bir transfer gerçekleştirmekle kalmayıp, dışarıya da kaynak aktardılar.
-Köpürtülen risk primiyle birlikte, faiz oranları sürekli tırmandı. Sanayi ve ticaret odalarının meclis toplantılarında “Beyler! Sanayici ve tüccar repocu oldu, rantiye oldu” tarzında hamasi nutuklar atıldı.
-Sanayi şirketleri, kendi faaliyetlerinden zarar ederken, çarpık mali sistemin sunduğu faaliyet dışı kârlarla idare etmeye başladı. Şirketlerin bilançolarını, “faaliyet dışı kârlarla ve faaliyet zararlarıyla” süslediler.
* * *
-“Seçmene selam!" faslından, “sosyal güvenlik kurumlarını" çökerttiler.
-"Yüksek enflasyon-hızlı büyüme" diye belirlenen saadet zinciri duvara tosladığında, IMF'ye gittiler.
-IMF’den gelecek krediyi, hasreti çekilen bir “müsekkin ya da uyuşturucu” gibi beklediler.
-IMF, "önce reform, sonra para" dediğinde "önce para, sonra reform" gibi kurnazlıklara tevessül ettiler.
-IMF tarafından köşeye sıkıştırıldıklarında, sahte gündemler oluşturarak vaziyeti idare ettiler.
* * *
Bitmedi!
Kamu borçlanmasını da tamamen rayından çıkardılar.
-Ülkemizin borç dinamiklerini özetlerken ne diyorduk?
Sabrınızı zorlamadan söyleyelim:
-“Yol engebeli, merkep topal, yük züccaciye!” diyorduk.
Sebebi son derece açıktı:
-Borç/GSYH oranı çıldırmıştı.
-Kısa vadeye yoğunlaşan borç stokunu, çok yüksek bir reel faizle döndürmek zorundaydık.
-Kamu borçlanmasının mali sistem içindeki payı, dehşet verici boyutlara tırmanmıştı.
-Hazine’nin finansmanına aracılık eden bankacılık sektörünün bilançolarında bir dizi finansal mayın göz kırpıyordu.
-Batan bankaların ve kamu bankalarının görev zararlarının getirdiği yük de cabasıydı.
* * *
Uzun lâfın kısası, 1999'a geldiğimizde, borç yönetimi tıkanmıştı. Ülke, tam anlamıyla “tefeciye düşmüş basiretsiz tüccar” görüntüsü veriyordu.
Piyasalar, “konsolidasyon ve moratoryum” dedikodularının gölgesinde nefes almaya çalışıyordu.
2000 yılında, açıklanan istikrar programıyla önceleri biraz rahatlar gibi olduk; fakat Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri, ekonomiyi yeniden bir kaosun içine attı.
* * *
Yabancılar, “Türkiye’nin en istikrarlı ekonomik göstergesi enflasyondur” diye sataştılar, sineye çektik.
Mesela…
-1990-2001 yılları arasında, ortalama büyüme % 3.2’ye düşerken, ortalama enflasyon %75’e tırmandı.
-Ekonomi, 1994, 1999 ve 2001 yıllarında (sırasıyla “-6.1,-6.4,-9.5” olmak üzere) üç defa negatif büyüdü.
* * *
Olup bitene, şöyle de bakmak mümkün.
Siyasetin ve ekonominin gündemi, bir taraftan senaryosu yazılan, diğer taraftan alelacele çekilen niteliksiz dizileri andırıyordu. Yazılı olmayan toplumsal sözleşme, popülizmi yıllarca iktidara taşıdı. Sandıktan, “Baba Devlet ve Halefleri” diyebileceğimiz bir model çıktı ve çok net bir mesaj verdi:
-Bölüşmek için üretmek gerekmez, üretmeden de bölüşülebilir.
Aynı toplumsal sözleşme, giderek genişleyen bir kamu kesimi borçlanma gereği, sürdürülemeyen borç dinamiği ve çöken bir banka sisteminin katkısıyla, defalarca krizlere tosladı.
* * *
Kısa vadeli spekülatif sermaye hareketlerinin gölgesinde (ve şantajı altında!), müflis bir kamu maliyesinin refakatinde, “sığ bir mali sistem ve kronik enflasyon” ile yürütülmeye çalışılan büyüme modeli çöktü.
Makyaj döküldü, ama Hababam Sınıfı, bu durumu kabullenemedi. Nihayet, Kasım 2002’de sandığa gömüldü. O tarihten bu yana, tüm çabalara rağmen bir türlü toparlanamadı.
Galiba, zaman zaman nükseden kaşıntı, biraz da buradan kaynaklanıyor.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.