Batı’nın derleme kültürü

A -
A +

PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi

Kültürler, medeniyetlere bağlı olarak çok az değişir. Medeniyetler seyyal ve değişmeye açık, kültürler muhafazakâr ve nispeten sabittir.
Kültür bedenin derisi gibi, medeniyet ise deriyi örten elbise gibidir.
Kültür dairesi dar, medeniyet dairesi geniştir.
Kültürün alanı özel, medeniyetin alanı geneldir.
İlkel dönemlerde medeniyet alanları gelişmezken etkili bir kültür alanı görmek mümkündür. Bu kültür alanını en çok etkileyen unsur ise dinî faktördür. Pagan ve agnostik dönemlerde kültür tamamen bu belirsiz din daireleri emrinde gelişmiştir. Zaten geniş olmayan beşerî münasebetler yalnız savaşlarla gerçekleştiği için, savaşın itici gücü de bu karmaşık dinler olunca, kültürün altyapısını tamamen dinî faktörler oluşturmuştur.
Batı’nın başlangıç dönemlerinde belli bir medeniyet dairesi içinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Saldırgan ve vahşi gruplar hâlinde yaşayan kabileler, giderek Batı’nın temellerini attığı için, bu toplulukların meydana getirdiği kültür derleme, medeniyet ise ertelenmiş ve yapıştırma bir sosyal vakıadır.
Batı medeniyeti dairesinde Avrupa kıtası birim olarak alındığında, coğrafi boyut çaprazında; Amerika, Avustralya, Japonya gibi devletleri de bu daire içinde sayabiliriz.
Avrupa’da Latinler, Anglo-Saksonlar ve Germenler başkalaşım geçirerek yeni toplumlar meydana getirirken bu yeni oluşan toplumlar kendilerine mahsus bir kültür de geliştirmişlerdir. Germen kültürü, Anglo-Sakson kültürüyle birleşip bir devlet altyapısı oluşturmuştur. Bu meyanda İngiliz kraliyet ailesi Alman kökenlidir.
Kraliçe Elizabeth babası tarafından cüz’i bir İngiliz kanına sahipken, anne tarafından geçmişi de Normandiyalı, Fransız ya da İskoç’tur. Bu derleme ırkî kültürün dini olan Hristiyanlık da kendi içinde farklılıklar gösterir. Mesela, Anglikanizm İngiltere Kralı VIII. Henry’nin kurduğu bir Hristiyanî mezheptir. Bu mezhep Katolikler ve Protestanlar arasında bir ara din gibi olup orta yol olarak telakki edilir. Bunun için bu mezhebe Latince Via Media denilmiştir. O hâlde Anglikanizm bir kültür dinidir ve açıkçası sun’idir.
Oluşum bakımından Fransızlar da farklı değildir. Onların da menşei bir Cermen kavmi olan Franklara dayanır. Franklar Roma kültüründen oldukça etkilenerek Galya’nın yerli halkları olan Keltlerle ve Latin kökenli topluluklarla karışıp günümüz Fransızların atalarını tesis ettiler.
Avrupa devletleri incelendiğinde çoğunun karmaşık bir yapıya sahip olduğu ortaya çıkar. Avrupa’yı birbirine bağlayan ortak kültür olamazdı. Özellikle Orta Çağ’da din, kültürün ana temasıydı. Önceleri Katolik sultası ve kilise, hür düşüncenin en büyük düşmanıydı. Katoliklik köklü Hristiyan mezhebidir. Hristiyanlarca, Havarilerden Petrus tarafından kurulduğu iddia edilir. Petrus’tan sonra gelen papalar, Petrus’un vekili kabul edilir. 1870’te toplanan konsil, Papa’nın hatasız olduğunu, yanılmazlığını kabul etmiştir. Hiyerarşik sıra da, rahip, piskopos, kardinal ve papa şeklindedir; merkezi Vatikan’dır.

PROTESTANLIK KİLİSEYİ PARÇALADI
İşte Avrupa kültürünü temelden etkileyen din, yani Hristiyanlık, tek bir kolda sabitleşemeyip, birbirlerini çoğu yerde nakzeden üç ana dala ayrılmıştır. Bunlar, Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlıktır. Protestanlığı ayrı bir kol olarak incelemek gerekir. Bu yeni mezhep, ortak eski kiliseyi parçalarken sosyal temalarıyla da halkı farklı bir görüşe çekmiştir. Bu farklılıkları kısaca belirtmeye çalışalım: Protestanlık, Katolik Kilisesi’nin baskıcı yönetimine başkaldırıdır. Martin Luther’in sistematize ettiği bu görüş giderek etkili bir Hristiyan mezhebi olarak doğmuştur. 1529’da resmîyet kazanmış, sonra o da kendi arasında üç ana dala ayrılmıştır: Luteryanizm, Kalvenizm ve Anglikanizm. Bu fer’i ayrılıklar Avrupa halkının da aslî bölünmelerine yol açmıştır.
Şunu da ehemmiyetle belirtelim ki Hristiyani mezhepleri İslamiyet’teki amelî ve itikadî mezheplerle karıştırmamak lazımdır. İslami mezhepler temel ayrılık sebebi olmayıp ne camileri ne de cemaatleri ayrıştırmıştır. Her mezhep müçtehidi imama, her mezhepten cemaat uyar. Hacda dört hak mezhep salikleri aynı imama uyup aynı kıbleye yönelirler. Dört hak mezhep imamı da her Müslüman tarafından mübarek ve mutemet kabul edilir.
Protestanlar, kilisenin günah çıkarmasına karşıdırlar. Onlara göre İncil’i her Hristiyan kendince yorumlayabilir. Ayin dilinin Latince olmasına da karşı çıkıp kendi dillerince olmasını kabul ederler. Papa insan olduğu için yanılabilir. Kiliselerdeki suretleri, özellikle de heykelleri reddederler. Teslis inancını kabul ederler.
Ortodoks inancı da farklılıklar gösterir: Katolik rahipler evlenmezken Ortodokslar evlenir. Bu kesim sadece resim ikonlara itibar eder. Ayinlerinde Yunancayı kullanırlar.
Muharref Hristiyan dininde ayin dillerinin ayrılıkları o kadar mühimdir ki İncilleri de bu dillerin alfabelerine göre yazılır.
Görüldüğü üzere Hristiyani mezhepler arasında uçurumlar vardır. Tabii ki bunlar bu mezhep saliki halkları da derinden etkilemiş ve birbirlerinden ayrıştırmıştır.

AVRUPA’DA HEYKEL KÜLTÜRÜ
Katoliklik, özellikle Hazret-i İsa, Hazret-i Meryem ve diğer azizlerin suretlerini ikon hâline getirip dinî bir anlam yükleyince, bu mezhepte resim sanatı bambaşka bir boyut kazanmıştır. Bu ikonların bu mübarek peygamber ve afife annesi ile hiçbir münasebeti yoktur. Tapınılan suretler hayal mahsulü olup bunun adı putperestliktir.
Avrupa resim ve heykel kültürü, Batı’nın dinî ve diğer sosyal hayatını kökten etkilemiştir. Avrupa kadınlarının giyim temasını dinî kanallara sokarak yeni bir çığır açan da Mikelanj (Michelangelo) olmuştur. Önceden Hristiyan kadınları da edepli bir şekilde giyinirler hatta başlarını dahi örterlerdi. Papa II. Jules, Mikelanj’ı Roma’ya çağırıp Sistine Kilisesi’nin süslemelerini yapmasını ister. Sanatçı “Yaratılış”ı konu alan 300’den fazla insan figürünü çıplak ve yarı çıplak olarak çizer. Sistine Şapeli’nin tavanında yer alan bu resim “Adem and God” (Yani haşa Hazret-i Âdem ve Tanrı) adını taşır. Bu resimde Hazret-i Âdem çıplak ve müstehcen olarak resmedilirken, haşa Tanrı mücessem bir tasvir durumundadır. Allahü teâlânın suret ve tasavvurdan beri olduğu gerçeği kilise tarafından yok hükmündedir. Dört yıl süren bu çalışma, bir papanın himayesinde kilise içinden kiliseye yeni bir ayar yapmaktı.
Aynı şekilde İspanyol ressam Goya da kilise duvar ve tavanlarına çıplak figürler çizdi. İtalya’da Chapel of The Princes’in tamamlanması uzun yıllar almıştır. Duvarlarına eski ve yeni Ahit’ten sözler resmedilmiştir.
Medici Ailesi’nin çeşitli şahıslarına ait mezarların bulunduğu Sagrestia Nuova’da, Medici Mezarları ünlü sanatçılar tarafından değişik yıllarda yapılmıştır. Bu heykeller ve diğer suretler arasında da çıplak kadın figürleri vardır. Mediciler, Boticelli, Donatello, Mikelanj (Michelangelo) ve Leonardo da Vinci’yi muhtelif zamanlarda himayelerine alarak, lahitleri resim galerilerine dönüştürmüşlerdir.
Burada şuna dikkat edilmelidir: Artık Katolik Kilisesi ve papalar korumasındaki müstehcenlik sanat ve estetizm zırhına bürünerek yeni bir dinin oluşmasını sağlamıştır. Yeni akım bir “Nouva İkona- filo”dur. Buna kendilerince sathi bir mistisizm oluşturmuşlar ve afaki bir estetik din meydana getirmişlerdir.
16. asrın ikinci yarısında “oratorio” hem kilise hem de tiyatroya ait bir müzik türü olarak kiliseye girmiştir. Requiem ise Hristiyanların cenazelerde okudukları bir ilahi olup Mozart ve Verdi’nin besteleri en meşhurlarıdır. Bu ilahiler solo ve korolarla orkestra eşliğinde icra edilirler.

“KONSER SALONU” KİLİSELER
Artık Hristiyanlık zaten muharreflik vasfını taşırken, bir de müstehcen resimlerle süslü kiliseler, orkestraların müzik, koro veya soloların nağmeleriyle konser salonlarını andıran mekânlara dönüşmüştür.
Batı, iki büyük sanatla dini birleştirmenin kendilerince gururunu yaşarken ne yapıp edip özellikle tekke ve zaviyelere müzikli ilahiler monte ediliverdi. Ney, ut, bendir ve diğer bazı enstrümanlarla icra edilen bazı ilahilerin nasıl tasarlandığını görmek hiç de zor olmasa gerek… Şurası unutulmamalı ki tekke, zâviye ve hân-gâhların içinde mihrap olup, bu mekânlar aynı zamanda mescid durumundaydılar.
Batı, ahlaki fonksiyonların temel değerleriyle oynarken, edebiyatı da unutmadı. Özellikle günah çıkarma müessesesinden doğduğu kabul edilen, itirafların ve enfüsî yasak temayüllerin bileşkesi gibi görünen “roman”ı da Batı, iyi bir silah olarak kullandı.
Toplumun Hristiyan dizginli sosyolojik ve psikolojik olmayan terbiye sistemi, insanları başkaldırmaya iterken “engizisyon” zırhlı kilise, zulüm fantezileriyle korku filmi senaryoları yazıyordu.
Artık Batı’nın edebiyatı da bundan nasibini almalıydı. Onlar edebiyatın “edeb” sözünden geldiğini çoktan unutmuşlardı. Bu sanat dalını da ahlak boyutu dışına taşıdılar. Bütün mesele ortak değer yargılarını yıkabilmek ve gayr-i ahlaki bir sistemi oturtabilmekti. Batı, kendi sisteminde pragmatizmi uygulayabilmek adına, ahlak sisteminin içini de boşaltmıştır.

TABULAR YIKILIRKEN…
Artık tabular yıkılmalıydı. Batı’da eskiden dinî ve ahlaki tabular vardı. İslamiyette ise haramlar vardır. Haram aynı zamanda “hürmet” kelimesini de karşılar. Kişi haramlardan sakındıkça Rabb’inden korkarken; kendisine, varlığına, yaradılışına da hürmet eder. Batı haramları tabu olarak algılarken, muharref de olsa dinin kurallarını törpüleyip tesviye ederek, yasakların yolunu açtığını zannedip dinî ve ahlaki bütün temelleri yok etmiştir.
Zamanımız yazarlarından Henry Miller ülkemizde yasaklanan “Oğlak Dönencesi”  kitabı için yapılan eleştirilere Batı ahlakı normlarına göre şu cevabı vermiştir: “Tabular, ne de olsa hastalıklı zihinlerin ürünüdür, bir artıktır. Bu kuralların, yaşamaya cesaret edememiş din ve ahlak adı altında bize bunları dayatan korkak insanlara ait olduğunu söyleyebiliriz.

BATI ROMANLARI BİZİ DÖNÜŞTÜRDÜ
Batı’nın bazı romanları Türk toplumunu öylesine etkilemiştir ki davranış biçimlerinin reçetelerini bu romanlarda arayan, nevrotik tipli romaneskler ortaya çıkmıştır.
Gustave Flaubert’in ‘Madame Bovary’si, genç kızların beyninde hayalî şehir merkezli hayatı planlamıştır. Bu romanın enjekte ettiği fikre göre, dar yerlerde yaşanmaz; köylerden ne pahasına olursa olsun şehirlere kaçmalıdır. Ciddi ve işini hakkıyla yapan bir eş yerine, havaî, çapkın bir erkek eş olarak tercih edilmelidir. Kocasına ihanet eden roman kahramanı Emma’nın intiharla sonuçlanan hayatı genç kızlara bir çıkış yolu gibi gösterilmiştir. Bu romanın yansıması Hâlid Ziyâ’nın yazdığı Aşk-ı Memnû’daki bazı konularla benzeşir.
Yine Charlotte Bronte’nin “Jane Eyre” adlı romanında asli karakter olan kız, toplum kurallarını tanımayan, serbest fikirli biridir. Bu romanda da verilmek istenen konu, kadın cemiyette yer edinirken dinî kurallara uymamalıdır. Bu romanın da bizde bir izdüşümü vardır. Halide Edib’in “Tatarcık” romanına bir bakmak gerekir. Bu romanın kahramanı olan Jale de Türk kızlarına örnek gösterilmiştir. Kitapta zamana göre ince bir “feminizm” gölgesini görmemek mümkün değildir.
Bunlara, Leo Tolstoy’un Anna Karenina’sını, Jane Austen’in Aşk ve Gurur’unu, Balzac’ın Vadideki Zambak’ını ve benzeri bir sürü romanı eklemek mümkündür. Bu, Batı klasiklerinin büyük bir çoğunluğu, maalesef aile sistemini dipten sarsan konulardan oluşmaktadır.
Bu masum gibi görünen planlar, toplumumuzun ahlak ve inanış sistemini içten içe istila etmektedir. Batı, yüzyıllardır bu planını sabırla ve inatla uygulamaya devam ediyor.
Gelecek yazılarımızda buluşabilmek ümidiyle esen kalınız efendim.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.