Batılı düşünürlerin gözünden milliyetçilik

A -
A +
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
 
Albert Sorell’in “Türk diye bir kavim yoktur” sözü Yahyâ Kemâl’in suratına bir tokat gibi iner. Bu kâbustan çabuk uyanan Y. Kemâl, Paris’te zamanının büyük bir kısmını Türk tarihi, Arapça, Farsça öğrenimi ve divan edebiyatını incelemekle geçirir, sonunda “Osmanlılık ve Müslümanlığı terk eden bir ruhla Paris’e gittim; milliyetimin kıymetini Paris’te anladım” der.
 
Milliyet, vatan ve din kavramının reddi, hep Hristiyan kilisesinin ağır baskısına tepkiden doğmuştur.
 
Milliyetçilik kavramı 18. asra kadar bilinmeyen hüviyetiyle çok farklılık yaşadı.
 
 
 Kavmiyet ve milliyet konularına Batılı sosyologların nasıl baktıklarını inceleyip, bizim dinimizin bu meselelere nasıl yaklaştığını mühim delillerle açıklamaya çalışacağız…
Sosyolojik açıdan millet olma şuuru, kabile şuurundan sonra ortaya çıkan detaylı bir süper-ego hâdisesidir. Alt benlikte yer eden baskıcı, ilkel vahiy dışı dinler ve bunlara dayalı kabile ve boy içi akrabalıklar, giderek yerini teşkilatlı ve modern olmayan millet kavramına bırakarak, toplum şuurunu temsil hüviyeti kazandı. Milletler vahiy dışı dinler sarmalı içinde iken, millet olma şuuru, giderek ayrı bir şekle büründü ve enternasyonalizme kadar uzandı. Milliyetçilik kavramı 18. asra kadar bilinmeyen hüviyetiyle çok farklılık yaşadı. 19. yy’a kadar böyle bir kavram tarifi bile ismen değilse heyecanla ve gayr-i şuurî olarak yaşanan bir vakıa idi.
Biz burada Batı ve Doğu sosyologlarının temyiz boyutundaki millet ve milliyet kavramlarına değil; Kitap, Sünnet-i seniyye ve Ehl-i sünnet ulemasının bize tanıdıkları hak nispetinde milletini tanıyan ve milliyet şuuruna salik bir topluluk olacağız.
Batılı sosyologlar milliyetçiliği niçin destekledi? Kendileri ve milletleri bu teze ne kadar inandılar?
Jean Jacques Rousseau (1712-1778) “Toplum Sözleşmesi” kitabında özellikle savunduğu “sivil din” teorisinde dini yorumlarken, “Hristiyanlık, Tanrı’nın krallığını ilan etmekle insanlar arasında otorite kavramını tehlikeye atmıştır. Yâni fert bir taraftan dinî otorite ile kiliyse bağlı kalırken, diğer taraftan sivil otorite olan devlete bağlılıkta tenakuza düşecektir. Bu durumda Hristiyanlık toplumsal birliği yok eder” ifadesini kullanır. Rousseau’ya göre toplumsal birliği yok eden her şey değersizdir.
 
SİVİL DİN KAVRAMI
 
Rousseau “Cumhuriyet rejimini salt bireysel haklar ve özgürlüklerin korunmasını hedefleyen kurumsal ve anayasal düzenlemelerle yaşatamayız. Bir cumhuriyeti yaşatacak olan, yurttaşların kamusal rûha sahip olmasıdır. Bu da ancak bir yurtseverlikle bütün semâvî dinleri yerini alacak yeni bir seküler dinle mümkündür. Bu yeni seküler din, aynı semâvî dinler gibi dogmalarını ( İslâmiyet’te nasslar ) ortaya koyacaktır. Halkın buna intibakı zaman alsa da, idari yönetimler, basın ve sanat çevreleri bunu sağlamak için var gücüyle çalışacaktır” düşüncesindedir
“Aydınlanmacılar” döneminde hümanizm, deizm (peygamber tanımama), ateizm (Tanrıtanımazlık), akılcılık, ilerlemecilik, iyimserlik gibi kavramlar etrafındaki kısır döngüde odaklanan halk, sivil din teorisinde kendilerine ve toplumlarına göre haklıdır. Emmanuel Kant (1724-1804 ) “Aydınlanma Hareketi”nin aslî teorisyenidir. Onun özellikle “Aklını kendin kullanma cesaretini göster” sözü tutkunları tarafından bayrak edinilmiştir. Aklını kullandığın kadar insansın diyen Kant, aklı en üst mertebeye çıkarır. Ama İslâmiyet’in akıl olmayana mesuliyet bile yüklemediğini Kant akıl edebilseydi, herhâlde aklı daha başka düşünürdü. Onun müfrit talebesi Schopenhauer ( 1788-1860 ) aynı yolu takip etmiştir. Fakat Hegel gibiler aklın sonsuz hürriyetine ve ferdiyetçiliğe karşı çıkmışlardır. Bunların ortak görüşleri milliyetçiliğe ve dine karşı olmalarıdır.
Kilisenin mutlak dinî otorite olmaktan öte bir de mutlak siyasi ve yargı otoritesi olması, Orta Çağ Hristiyanlığına karanlık bir çağ yaşatmıştır. Ferdî hürriyet ve âdil yargılama yoktur. Fuhuş yapan asiller ve halka bir müeyyide uygulanmazken, fâhişeler en ağır şekilde yargılanmaktadır. Ne tuhaf bir mantık: Fuhuş serbest fakat fâhişeler en âdî suçlu… Zenginlere sefahat, fakirlere sefalet reva görülmüş; aç fakirler bir ekmek çalınca kürek mahkûmu olmuşlardır.
Kilise dokunulmazlığını ve tartışılmazlığını bu kurum, kendi karanlık dehlizinde ve baskıcı bir şekilde halka kabul ettirmiştir. Bu yüzden Avrupa’ya göre lâisizm ve sekülarizm kaçınılmaz bir sonuçtu. Yasama, yürütme yargı olmadığı gibi, hiçbir ferdî hak ve hürriyet de yoktu. Krallar, kardinallere karşı gelemezlerdi
Ferdî hürriyet, âdil yargılama ve meşîhat kapısı yanında Hilâfetin idârî mercî olduğu İslâmiyet’te, sekülarizm veya lâisizm pek de düşünülmesi gereken bir sistem değildi.
 
MODERN VE TANRISIZ BEŞERÎ DİNLER
 
Emil Durkheim (1858-1917) “sivil din” anlayışını anlatan kitabı “Dînî Hayâtın İlkel Biçimleri”nde ilkel kabilelere belli bir önem atfeder. Bir bitki veya hayvanı totem olarak ele alan Durkheim, dinin başlangıcını totemizme dayandırır.
İlkel cemiyetlerde mücerret kavramlara inanma işi çok zordur. Müşahhas (canlı veya görülebilen her şey) totem-tanrı olabilirdi. Peygamberân hazerâtı bu ilkellikle çok uğraştılar. Hazret-i Mûsâ kavmini biraz terk edince, hemen altından bir buzağı heykeline tapınmaya başladılar.
Charlton Hayes (1862-1964) “Milliyetçilik Üzerine Denemeler” adlı kitabında, dinin, milliyetçilikle aynı noktada olduğunu savunur. Hayes milliyetçiliği bir din olarak görür. Millî marşların, açılış konuşmalarının ve geleneklerin dine benzediğini savunur. Totaliter rejimlerde tartışılmaz liderlerin her sözü bir dogma gibi kabul edilir. Liderin ortaya koyduğu doktriner sistem, bol sloganlarla düşünmeyi iptal edip çeşitli törenlerin ve görkemli kutlamaların gölgesinde yeni bir mutasyon toplum ortaya koyar. Bu toplum için düşünmek âdeta yasaktır. Liderin her sözü doğrudur. Zaman zaman halk arasında görünen mutlak liderler, halka pek değer vermemekle birlikte, onun bir parçasıymış gibi hareket ederler. Bu sistemlerde din duygusu liderin otoritesine ortak olduğu için itibarsızlaştırılır.
Seton Watson (Robet William Seton Watson) (1879-1951) millet ve milliyet fikirleriyle Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun dağılmasında aktif olarak rol alan İngiliz politikacı ve aktivisttir.
Almanya’nın Prusya’ya yenilmesiyle Durkheim’in de vatanseverlik ve milliyetçilik duyguları gelişmiştir. Durkheim, Fransız İhtilâli’ni yeni kutsal formların ortaya çıktığı kritik an olarak yorumlar. Ona göre ortak eskimiş tanrılar hükmünü yitirmiştir. Toplum artık tanrı yerine kendisini koyar veya yeni tanrılar keşfeder. Durkheim’e göre vatanseverlik enternasyonal milliyetçiliğe, yâni evrenselci bir anlayışa giden yolu açmaktır. Sonunda Durkheim kendi tercihinin evrensel bir din olduğunu ima etmiştir. Bunu da “İnsanlık Dîni” olarak nitelendirmiştir.  Tabii ki onu bütün dinlerin yerine ikame etmiştir.
(Mesut Düzce, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Emil, Durkheim’de Bir Sivil Din Olarak Milliyetçilik ve Vatanseverlik ss. 645-653)
Fransız tarihçi ve akademisyen Albert Sorell  (1842-1906 ) “Türk milleti diye bir millet yoktur. Var olan düşman topluluklar ortasında otağ kurmuş fâtihlerdir. Türklerin şeklini verdiği şeye asla devlet denemez. O da zapt etmekten başka bir şeye yaramayan bir ordudur ki, durmaya zorlandığı andan itibaren çözülme temayülü göstermiştir” diye nefret dolu sözlerini sarf eder. Albert Sorell Science Politique’te akademisyendir. Bu, akademide Yahya Kemâl’in de hocası olmuştur.  Hatta Yahya Kemâl ilk önce ondan bayağı etkilenmiştir. Bu fikirlerle Kemâl, o zaman vatanı zindan,  Avrupa’yı nur olarak görür. Pek tanınmamış olmakla birlikte bir bürokrat ve tarihçi olan Besâlet Ersanlı “Nâmık Kemâl ve arkadaşlarının en büyük hatası, o günün şartlarında İstanbul’u Paris yapmak hülyasıydı” diyor ki mükemmel bir teşhistir. Sonra Albert Sorell’in “Türk diye bir kavim yoktur” sözü Yahya Kemâl’in suratına bir tokat gibi iner ve Türklük tarihini incelemeye başlar.
Bu arada “Üç Tarz-ı Siyaset” ile Türkçülüğün Manifestosu” olarak kabul edilen Mısır’da 1904 yılında evvelâ makale sonra kitap olarak yayınlanan eseriyle Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük kavramları üzerinde fikirler ileri Yusuf Akçura da Yahya Kemâl’le birlikte Albert Sorell’in talebesi olmuştur.  (Bu konulara ileride de temas edeceğiz.)
Bu kâbustan çabuk uyanan Y. Kemâl, Paris’te zamanının büyük bir kısmını Türk tarihi, Arapça, Farsça öğrenimi ve divan edebiyatını incelemekle geçirir, “Osmanlılık ve Müslümanlığı terk eden bir ruhla Paris’e gittim; milliyetimin kıymetini Paris’te anladım” der. Yahya Kemâl’in bu ferasetinden uzak kalan Jön Türk ve Tanzimat çığırtkanlarının şuursuzluğuyla başlayan Frenkleşme histerisi, koskoca bir devletin yıkılışını hazırlamıştır.
Yine Y. Kemâl “Paris’te talebe mitinglerine gidiyordum. Balkan Harbi öncesinde bizim ekalliyetler (azınlıklar) Rumlar ve Bulgarlar büyük bir miting tertip ediyorlardı. O sırada bizim Jön Türkler Abdülhamid’i yıkmakla meşguldüler; yoksa Türk milletinden falan haberleri yoktu. Baktım da bunların asıl amacı Türk milletiydi” der. (Murat Gedik 2018’den faydalanıldı.)
 
HALÎFELİK KULLANIMI VE ÜMMET-MİLLET BİRLİĞİ
 
Halife unvanının kullanılması başlangıçta farklıydı. Zaten Osmanlı’dan evvel de Gıyâseddîn Keyhusrev, kitabede hakan ve halife unvanını kullandı. Hindistan Delhi hükümdarları da halife unvanını kullandılar. Fâtih Sultan Muhammed Han Kânûnnâme” sinin dîbâcesinde bu unvanı kullanmıştır. İbni Kemâl, Sultan II. Bâyezid’in de bu unvanı kullandığını yazar. III. Selîm Han’dan itibaren bu halîfelik unvânı daha net fakat etkisiz kullanılmaya başladı.  Sultan Abdülmecid, Kırım Savaşı’nda ( 1853-1856 ) halîfe unvânını Ruslara karşı İslâmî vahdeti tebarüz ettirmek için bilhâssa kullanır. 1861’de tahta çıkan Abdülazîz Han, bu unvanı kullanıp gereğini icra etmeye çalışan, Batı’yı sevmeyen, tasarrufu tavsiye ederek masrafların kısılmasını isteyen bir sultandı. Halk bu hakanı ikinci bir Yavuz olarak sevdi. Alenî düşman Rus’un yanında sinsi ve münafık düşman İngiltere ve Fransa’ya karşı orduyu yenileyip kuvvetli bir donanma yapan, inanılmaz bir eğitim hamlesiyle bir sürü okul açan bu sultan, Batı’dan çok iç düşmanların husûmetini celbettiği için bu hamleci hakanı şehit ettiler.
Abdülhamid Han Pan-İslâmizm’i etkili bir silâh olarak kullanıp ümmet (millet-i İslâmiyye) kozunu oynamayı planladı. Ama Avrupa-azınlıklar-iç hainler ve maalesef bazı İslâm toplulukları bu hareketi akîm kıldı. Abdülazîz’in bıraktığı yerden aynı hamleleri devam ettiren ve İslâm bayrağını ve halifeliği i’lâ ettiği için ipten kazıktan boşanmış Makedon ve Balkan çapulcularıyla tahttan indirilip sürgün edilen II. Abdülhamid için “Amacımız evvelâ onu tahttan indirmekti. Sonra ne yapacağımızın plânını bile yapmadık” sözleri hâlâ tarihin tekerrürünü bağıra bağıra ilan etmektedir.
 
MİLLİYETÇİLİK VE EVRENSELLİK
 
Milliyet, vatan ve din kavramının reddi, hep Hristiyan kilisesinin ağır baskısına tepkiden doğmuştur. Victor Hugo ( 1802- 1895 ) “Les Burgraves” adlı piyesinde “Avoir pour patrie le monde at pour nation l’humanite” yâni “İnsanlık milletinden ve dünya ülkesindenim” diyordu. Tevfik Fikret, “Haluk’un Âmentüsü”nde “Toprak vatanım nev’-i beşer milletim” diyerek aynı konuyu tekrarlıyordu. Aslında bazıları, tarîk-i sûfyyeyi yorumlayamadığından vatan ve millet kavramını reddederler. Yûnus’un “Yetmiş iki millete bir bakmayan-Şer’ile evliyâsa hakîkatte âsîdir” beyti gibi…
Yine bir Arap şâirinin “İzâ kâne aslî min türâbin fe-küllehâ-Bilâdî ve küllü’l-âlemîne akâribî” (Aslım toprak olunca bütün topraklar vatanım, bütün âlemler yurdum herkes akrabâm) diyordu.
Yunus’un ve diğer sûfîlerin bütün sözleri bizim için şer’î deliller olamaz. Onların muradı, söyledikleri şeyin çok zaman fevkinde olup sekr ile söylenmiş sözlerdir. Kendi kimliklerinden ve bildiklerinden mücerret bir hâlde yaşayan dervişânı, haymatlos gibi vatansız ve beynelmilelci düşünmek bu Türkmen dervişine (Yûnus) ve diğer sûfîlere büyük saygısızlık olur. Anadolu’nun her cihâdında Ahi dervişânını ve hattâ Bacıyânını savaş meydanlarının gönüllü neferleri olarak gördüğümüzde, bu duâ ordusunun aynı samanda erbâb-ı seyf (kılıç erbâbı) olarak da müşâhede ederiz ki vatanseverlik ve milliyetperverliği başka hangi kalıba oturtabiliriz acaba?
Gelecek yazımızda aynı konuya devam edeceğiz inşallah. Esen kalınız efendim...
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.