Türk milletinin açlıkla imtihanı

A -
A +

Numan Aydoğan Ünal

 

 

Eskiler açlıktan ölmemek için kedileri,  ölmüş at ve katırları, hatta çarıklarını yemek zorunda kaldılar. Asker ve muhacirlerimizin harplerde çektiği açlık hakkında, arşivlerimizde yüzlerce bilgi ve belge var…

 

Bugün Türkiye’de her yıl 44 milyar ekmek üretiliyor ama ne yazık ki 4 milyar ekmek çöpe gidiyor.

 

Ecdadımız, Doksan Üç Harbi, Balkan ve Birinci Cihan Savaşları’nda pek çok acı felaketler yaşadı. Osmanlı asker ve muhacirleri; kızgın çöllerde, soğuk dağlarda açlıktan ölmemek için kedileri köpekleri, çekirgeleri, ölmüş at ve katırları, çarıklarını, hatta atların gübreleri içindeki arpa tanelerini çıkarıp yediler. Bunları da bulamayanlar ağaç kabuklarını, yabani otları yediler. Bu arada bilmedikleri, tanımadıkları zehirli otları yiyip ölenler de çok oldu. Dağlarda, çöllerde kurtlara, kuşlara yem oldular. Savaşlardaki mağlubiyetlerin önemli sebeplerinden biri de açlık olmuştu...

Bugün ise askerimizin silah, teçhizat, giyim ve iaşesi mükemmeldir. Terörle mücadelede başarının en önemli faktörlerinden biri de budur. Eskiden asker ve muhacirlerimizin savaşlarda çektiği açlık hakkındaysa arşivlerimizde yüzlerce bilgi ve belge vardır…

 

BÖYLE FACİA GÖRÜLMEDİ!

 

Birinci Cihan Harbi’nde Ruslar Doğu Anadolu’yu işgal edip Ermeniler de Müslüman halka büyük bir soykırım başlatınca, canını kurtaran bütün Müslüman halk, yurtlarını ve yuvalarını terk ederek Kuzey Irak ve Anadolu içlerine hicret etmek mecburiyetinde kaldılar. Van’dan bütün ailesiyle hicret eden Abdülhakim Arvasi hazretleri, yaşanan hadiselerin vahametini ‘‘Âdem âleyhisselamdan beri böyle bir facia görülmedi’’ diyerek ifade etmişti. Eski Van milletvekillerinden ve hicret edenler arasında bulunan İbrahim Arvas Bey de hatıralarında şunları anlatmıştı:

‘‘1917 kışında yokluk ve açlık zirvedeydi. Bir teneke buğday dört sarı altın idi. Musul sokaklarında, bilhassa muhacir ve asker olarak, günde üç yüz kişi açlıktan ölüyordu. Musul kazaları bulunan Zaho, Duhuk, Erbil ve Akra’da da vaziyet aynıydı. Ölüler defnedilemiyor, mezarlara atılıyor, köpeklere ikram ediliyordu. Kerkük kaza ve köylerinde yaklaşık günde bin kişi açlıktan ölüyordu. Diyarbekir ve Adana’daki muhacirler de çok sıkıntı çektiler. Ama Musul’daki gibi hayvan leşleri, kedi ve köpek yemediler.

Musul merkezinde o zaman yüzden fazla milyoner tüccar vardı. Büyük çiftçiler ve pek çok zahire ambarları mevcuttu. Bunlardan hiç birisi ne bir askere ve ne de bir muhacire yardımda bulundular. Vicdanları asla tınmadı. Cenab-ı Hak adil-i mutlaktır. Bir gün gelir de Musullular veya evladı ahvadı intikamı ilahiye maruz kalacaklardır…” (İbrahim Arvas-Tarihî Hakikatler)

Kurmay Binbaşı Vecihi Bey, Birinci Cihan Savaşı’nda Filistin Cephesinde, Şeria’da karşılaştığı hazin bir vakayı hatıralarında şöyle dile getiriyor: “Tümenin iaşe durumu çok kötüydü. Her gün bir miktar çeşitli hububat karışımı, biraz un ve soğan veriliyordu. Bununla askere hem ekmek hem yemek, hem de çorba yapılıyordu. Un gelmediği günlerde buğday dağıtılırdı. Pirinç, çay, şeker, fasulye gibi erzakın yüzünü gören yoktu.’’ (Kurmay Binbaşı Vecihi Bey - Filistin Ricatı)

 

KUMANDAN PAŞA’NIN GIDASI: MISIR KOÇANI

 

Balkan Harbi sırasında savaş muhabiri olarak bulunan Fransız gazeteci Stephane Lausanne, Trakya’da Bulgarlar karşısında büyük bir bozgun ve hezimete uğrayan Abdullah Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu’nun içine düştüğü büyük açlık faciasından şöyle bahsediyor: 

“Abdullah Paşa, Karargâhının bulunduğu Sakız Köyü’nde küçük bir eve kapanıp kalmıştı. Daily Telegraph gazetesi muhabiri Bartlett, Paşa’yı tesadüfen evinde ziyaret etmişti. Komutan âdeta açlıktan ölüyordu. Emir subayları, tırnakları ile evin bahçesini kazıp birkaç mısır koçanı bulmaya çalışıyorlardı. Buldukları kökleri un bulamacıyla pişiriyorlardı…

İşte yüz yetmiş beş bin kişilik orduya kumanda eden Abdullah Paşa’nın erzakı bu idi. Bartlett, yanında getirdiği birkaç konserveyi paşaya sundu. Abdullah Paşa onunla üç gün beslendi ve ‘Siz yetişmeseydiniz herhâlde açlıktan ayakta bile duramayacaktım’ demişti.”

Stephane Lausanne şöyle devam ediyor:

“Bir subay da açlıktan bayılacak hâle gelmişti. Son tedbir olarak paltosunun iç cebine bir ekmek kabuğu saklamıştı. Sabahleyin bitkin bir şekilde ekmeğini çıkarmış, atın üstünde doğrulup yemeye hazırlanmıştı.  Ancak, tam o anda yolun kenarında, sabahın alacakaranlığında ovaya serili duran cesetlerden daha donuk bir hâle gelmiş bir yaralıyı fark etmişti. Yaralı doğrulmuş, öylesine yalvaran bir tavırla elini uzatmış ki subayın yüreği parçalanmış. Elindeki ekmeği, bu son yiyeceğini ağzına götürememiş, bu zavallı yavrunun avucuna bırakmak istemiş, tam o anda da atı hareketlenmiş ve ekmek elinden kayıp çamurların içine düşmüştü. İşte tam o esnada yaralı asker kendini yere atmış, insan kanları ile karışmış çamurlar içinde bulunan bu ekmek parçasını yakalamış ve bir anda ağzına götürmüştü.” (Stephane Lausanne - Osmanlı’nın Bozgun Yılları)

 

ÖLMÜŞ KATIR VE BEYGİR ETİ YEDİRDİLER

 

1919 yılında İngilizler Antep’i işgal ettiklerinde şehrin ileri gelenlerinden bazılarını da yakalayarak Mısır’daki esir kaplarına gönderdiler. Bunlardan biri olan Eyüb Sabri (Akgöl) esaret hatıralarında diyor ki: “İngilizler kamptaki asker ve sivil esirlere ölmüş katır, beygir eti veriyorlardı. Ağustosun o müthiş sıcaklarında kokmuş bu etleri yemek mecburiyetinde kalan pek çok mazlum askerimiz dizanteri ve uyuza benzeyen palağra hastalığına yakalanarak öldüler.” (Esaret Hatıraları-Tercüman 1001 Temel Eser)

 

SIĞIR DERİLERİ NE OLDU?

 

Birinci Dünya Savaşı’nda yedek subay olarak askere giden Sivaslı Rıfat Erdal da hatıralarında “Erzurum ve Erzincan düştükten sonra, Erzincan-Sivas arasındaki dağlarda mevzilendik. Kış çok şiddetliydi. Askerlere yiyecek için haftada ancak zayıf bir sığır bulabiliyorduk. Sığırların derilerini de askerlerin çarıklarını tamirleri için parçalayarak dağıtıyorduk. Askerlerin niçin çarıklarını tamir etmediğini sorduğumda; çavuş, boynunu büktü ve ‘Efendim biz sığır derilerini erlere dağıtıyoruz ancak karınları aç olduklarından hemen közleyip yiyorlar’ dedi” ifadelerini kullanıyor. (Rıfat Erdal - Hayat Tarih Mecmuası)

 

ÇEKİRGENİN SERÇEDEN NE FARKI VAR?

 

Birinci Cihan Savaşı’nda Medine’yi savunan Fahreddin Paşa’nın askerleri açlıktan ve gıdasızlıktan ölmeye başlamıştı. Anadolu askeri çekirge yemezdi ama Fahreddin Paşa, oradaki askerî birliklere şu emri gönderdi: “Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Yalnız tüyü yok. O da serçe gibi kanatlı ve uçuyor. Bitki ile besleniyor. Yediği şeyleri itina ile seçiyor ve temiz şeyleri yiyor. Çekirgeleri doktorlarımıza incelettirdim. Doktorlar çekirgeden yüksek sitayişle bahsettiler, şifa ve gıda özelliklerini saymakla bitiremediler. Av etleri gibi bunlardan istifade etmeliyiz.” (Feridun Kandemir - Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası)

 

VE BUGÜN…

 

Bütün şehirlerimizde her gün sabahın erken saatlerinde ekmek ve bazı yiyecekler dağıtım servisleri tarafından bakkal ve manavların dükkânlarının önüne bırakılıyor. Sabahleyin dükkânını açmaya gelen esnaf hiçbir kayıp ve çalıntı olmadan içeri alıyor. Bu da ülkemizde gıdaların ne kadar bol ve bereketli olduğunu gösteriyor.

Tarım ve Sağlık Bakanlıklarınca yapılan araştırmalara göre Türkiye’de her yıl 44 milyar ekmek üretiliyor. Bunun ancak 40 milyarı tüketiliyor. Her yıl, ne yazık ki 4 milyar ekmek çöpe gidiyor. İsraf edilen ekmek, ülke ekonomisinde yılda yaklaşık 700 milyon dolarlık kayba sebep oluyor. Geçmişte insanlar açlıktan, günümüzde ise çok yemekten ve obezitenin sebep olduğu hastalıklardan ölmektedir.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.