Şeytanın ortakları

A -
A +

Osmanlı çökmeden evvel şeytanın ortakları ona “hasta adam” dedi. Batı stratejik davranıyordu; bu onlar için normaldi. Ama Osmanlı aydınları diye bilinen karanlık şahsiyetlerden Genç Osmanlılar, Jön Türkler, İttihâdcılar bu devletin yıkılmasının vebâli altındadır.

 

Osmanlı Devleti çökmeye yüz tutunca, düşmanı olan büyük devletler ile onun himâyesinde ve idâresinde bulunan küçük devletler birer birer isyân bayraklarını açmaya başladılar. Osmanlının Avrupa ayağı zâten Balkanlara sıkışıp kalmıştı. Orta Doğu’daki İslâm ülkeleri Batı’nın tahrik ve kışkırtmaları ile Osmanlıya başkaldırdı. Yıllarca Osmanlı ve hilâfet sancağı altında kardeşçe yaşayan bu topluluklar İngiliz’in hâin plânlarına kanıp istiklâl da’vâsı peşine düştüler. Arap İslâm dünyâsı tam bir tenâkuz yaşıyordu. Bir tarafta mes’ûliyetinden çekindikleri hilâfet, bir tarafta da onlara rü’yâlar va’deden Batı... Hâlbuki Osmanlı, yıllarca çöllere içme suları, vakıflar, hayratlar ve âdet hâlinde boğazlarından bile keserek gönderdikleri “Suarre Alayları”nı bu kutsal bölgelere hizmet olarak şerefle yapıyordu. Çünkü orası Haremeyn-i muhteremeyn idi. Birisi Peygamber Efendimizin doğum yeri ve Mescid-i harâm, yâni Mekke-i mükerreme, diğeri Efendimiz’in Hicret sığınağı ve sonrasında mübârek merkad-i şerîflerinin bulunduğu Medîne-i münevvere idi. Osmanlı, pâyitaht İstanbul’a idârî merkez olarak bakarken, Haremeyn’e kudsî merkezler olarak bakıyordu. O merkezlere hiçbir idâre Osmanlı kadar aşk, şevk ve rikkatle bakmamıştır. Bundan sonra da bakamaz…

Şeytanın ortakları
Vehhabi Suudi Arabistan'ın kurucusu İbn Suud, İngiliz kadın ajan Gertrude Bell ile…

İNGİLİZ-VEHHÂBİ OYUNU

Arap yarımadasındaki en dramatik savaş maalesef Medine bağlamında yaşanmıştır. Şerîf Hüseyin başlangıçta Osmanlıya bağlı biriydi. Yaklaşık yirmi sene Abdülhamîd Han onu yanında tutarak fitnelerden uzak kalmasını sağladı. İttihâdcılar Abdülhamîd düşmanlığında sınır tanımadıkları için Şerîf Hüseyin’e kancayı taktılar. İngilizlerin de isteğiyle onu Mekke Şerifliğine getirmek istediler. Suûdlar başlangıçta bunu pek istememelerine rağmen İngilizler Suûdları da râzı ettiler. Peygamber torunu olan bu zat maalesef bu ortaklığın bir elemanı hâline geldi.

O dönemlerde devlet ricâlinin çoğu ve paşalar da İttihâdcı oldular. Fahreddîn Paşa da bunlardandı. İttihâdcılar Mustafa Sabrî Efendi’yi bile bünyelerine kattıklarına göre ne kadar dessâs olduklarını söylemeye hâcet yoktur.

Bâzı insanların kaderinde tuhaf hâdiseler zuhûr etmiştir. Ali Şükrü’nün başına gelenlerle, Fahreddîn Paşa’nın çektikleri birbirine benzer. Fahreddîn Paşa da îdamdan zor kurtulmuştur. Kendisine cumhûriyetten sonra da titriyle ve kahramanlığıyla ilgili gerekenler yapılmamıştır.

Bâzı çevreler karşı çıksa bile dönemin adamı Topal Osman eliyle katledilen Ali Şükrü Bey’in çocuklarına ve eşine bir aylık bile bağlanmamış ve sefâlet içinde yaşamışlardır.

Ancak son zamanlara kadar hiç gündemde olmayan “Kûtü’l-amâre” çok dillendirilip çok stratejik bir vak’a gibi gösterilmesine rağmen pek de böyle değildir. Halil (Kut) Paşa Enver Paşa’nın amcası olup sıkı bir İttihadcıdır.

Son zamanlarda devlet paşalarında ve ricâlinde garîb bir şekilde şiddetli Abdülhamîd Han düşmanlığı başlamıştı. Bütün mes’ele onu pâdişahlıktan azletmekti. Sonrasını onlar da bilmiyorlardı. Ama hiç önemli de değildi. Yeter ki o gitsin. İşte Halîl Kut, Abdülhamîd’i öldürmeye talip olanlardandı. İttihâdcıların Koca Sultân’a düşmanlığı o derecedeydi ki Ermeni sû-i kasdinden sonra Karabekir Paşa’nın “Abdülhamîd’i öldürme şerefi Ermenilerin değil Türklerin olmalıdır” sözü oldukça meşhûr olmuştur.

Altı ayda alınan Kut, bir günde İngilizlere teslîm edilmiştir. Dolayısıyla hiçbir stratejik kıymeti kalmamıştır.

İttihâdcıların millî mes’elelerde çok hassas olduğu söylenir. Peki, Enver Paşa’nın Alman hayranlığı, Talat Paşa’nın İngiliz hayranlığı ne ile bağdaştırılır? Hâlide Edîb Amerikan mandacısı ise Enver ve Talat Paşalar ne mandacısı idi?

Fahreddîn Paşa diğer İttihâdcılardan biraz farklıydı. O bir komutan ve görev aldığı bölge îtibârı ile de çok hassastı. İsyan başlarında âsîlerin sayısı elli bin, Osmanlı askeri sayısı ise on beş bin civârında idi. Âsîler Medîne dışındaki bütün mevzîleri ele geçirdiler. Paşa’nın isteklerine rağmen Osmanlı Hicaz’a asker gönderemiyordu. Bu şartlarda mevcut imkânlarla Medîne’yi savunmak da Paşa’ya düştü. Fahreddin Paşa çok güç şartlarda 2 sene 7 ay boyunca zaman zaman çekirge ve ot yiyerek aç bî-ilâc bu şanlı direnişi gösterdi. Onu “Çöl Kaplanı” yapan da Medîne müdâfaası idi.

Osmanlı güç durumda kalınca Hicâz’ı kısmen boşaltma karârı aldı. Bu arada kutsal emânetler yağmalanabilirdi. Elbette Şerîf Hüseyin, Efendimizin merkad-i şerîflerindeki emânetlere ihânet etmezdi. Fakat yanında öyle bir müttefiki vardı ki… Paşa bu yüzden kutsal emânetlerin İstanbul’a naklini teklif etti. Hattâ sorumluluğunu da kendisi üstlendi. 30 parçadan oluşan bu emânetleri 2.000 asker refâkatinde İstanbul’a gönderdi.

Orduda hastalık ve açlık baş gösterdi. Bu durumda İstanbul Hükûmeti teslîm olmayı teklif etti. Buna karşılık Fahreddîn Paşa: “Medîne Kalesi’ne Türk bayrağını ben çektim; eğer burayı tahliye edecekseniz bir başka komutan gönderin” dediği meşhurdur.

Osmanlının mağlubiyetiyle 30 Ekim’de Mondros Mütârekesi imzâlandı.16. maddeye göre teslim olması gereken Paşa, gene teslim olmadı. Baskılar çok artınca Ravza-i Mutahhara’daki bir medreseye giderek bir yatağa girdi ve burayı teslim etmeyeceğini bir def’a daha haykırdı.

Mütâreke’den 72 gün sonra Paşa önce esir edildi; sonra Malta’ya sürüldü. Sonra îdâma mahkûm edildi ise de kurtuldu.

Paşa’yı hükûmetin emrine uymadığı ve ulü’l-emre karşı geldiği için suçlayanlar da olmuştur. Teslim olup gelseydi îdâm edilecekti. Nitekim Malta’dan savaş suçlusu olarak İstanbul’a getirildiğinde îdâm hükmü verildi, fakat îdâm edilmedi.

İstiklâl Harbi’nde Osmanlı çok büyük ayak oyunlarına gelmiştir. Cephe çok genişti. Bu, bitmeyen Haçlı Savaşlarının bir yenisi idi. Her ne kadar Rusya, İtalya, Madagaskar maddî yardım gönderse de, İslâm topluluklarından Azerbaycan, Buhârâ, Harezm, Kırgız, bütün Hindistan Müslümanları Birliği, Afganistan, Senûsîler, Berzencî Aşîreti de maddî ve askerî destek verdiler.

Karşımızda ise Yunanistan, Fransa İmparatorluğu, Birleşik Krallık, Britanya Hindistanı, Ermeni Lejyonu, Fransa Batı Afrikası, Fransız Cezâir’i, Fransız Fas’ı, Fransız Tunus’u, Britanya İmparatorluğu, Ermenistan vardı.

İsyancılar ise, Rum İsyancılar, Kürt İsyancılar, Ermeni İntikam Alayı ve Süryânî İsyancılardı.

Bu savaşta Osmanlı 37.975 şehit vermiştir. Bu sayıya esirler ve kayıplar dâhil değildir. Çanakkale Muhârebelerinde ise maalesef 250.000 şehit verdik. Bâzı kaynaklara göre bu muhârebelerde 30.000 Sûriyeli savaşmış ve 600 şehit vermişlerdir.

 

ÇANAKKALE’DE KÜRTLER YOK MUYDU?

İlber Ortaylı ve Osman Pamukoğlu’na göre Çanakkale Muhârebelerinde Kürtler yoktu. “Çıkış Yolu TV” programında Ortaylı şunları söylüyor: “Çanakkale Savaşlarında doğudan gelme asker yoktu. Niye yoktu? Nakliyat mes’elesi. En son zamanda Antep ve Orta Anadolu’nun şarkına doğru uzanabilmişler. Kürtler başka cephelerde Doğu Cephelerinde savaştı. Çanakkale’de yoktu. Herkes nakledildiği yerde bulunmaktaydı. ‘Çanakkale Savaşı’nda Kürtlerle berâber savaştık’ sözü, hakîkat değil politikacıların sözüdür.”

Doğu Perinçek de bu sözü doğru bulmadığını söyleyerek şöyle devâm eder: “Bu açıklamalar milleti zehirliyor. Birinci Dünyâ Savaşı’nın bütün cephelerine baktığımız zaman, ölenlerin içinde büyük ölçüde Kürtler vardır. Bitlis, Doğu Cephesi, Kafkas Cephesi’nde… İlber Hoca’m bilimselse ben de bilimselim. Çanakkale’de doğulular da vardı. Orada künyelerinde Erzurum diyor, Erzincan diyor, Bitlis diyor. Orada Sûriyeli Araplar da vardı.”

Kadir Mısıroğlu da Pamukoğlu’na verdiği cevapta şunları söylüyor. “O, bunu söyleyeceğine Van Gölü Sûriye’dedir dese daha az komik olurdu. Oradaki şehitlerin doğum yerlerine baksın. O zaman kimseye sen Kürt’sün, sen Türk’sün denmezdi. Mecmuası vardır, her sayı yaşayan ölülerimiz diye basılır. Bilhassa subayların resimlerini koyarlardı. Onların doğum yerlerine baktığınız zaman Türkiye’nin her tarafından gelen adamlardır. Bütün Kürtler katılmadı demek için deli olmak lâzım.”

Çanakkale için bir il dökümü vardır. Bu döküme göre Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da şehit olanların rakamları şöyledir: Adıyaman’dan 11, Bingöl’den 8, Bitlis’ten 59, Diyarbakır’dan 49, Elâzığ’dan 159, Erzurum’dan 109, Antep’ten 502, Malatya’dan 151, Mardin’den 7, Siirt’ten 40, Tunceli’den 30, Urfa’dan 338, Van’dan 36.

Çanakkale’de savaşan Kürtlerin Kürtçe “Çanakkale” şiirinden bâzı bölümler şöyledir:

“Yâ Rab Nusret et bu şanlı dîn-i İslâm’a /// Allâh’ım Peygamber’ini ve Kur’ân’ını muzaffer eyle /// Ordu Diyarbakır’dan sefere başladı. /// Önce Urfa’ya geldi ve savaş üniformalarını giydi……… //// Şehit olacakların şevklerine baksana. Aşk şevk ve heyecân içindeler. /// Cân u gönülden savaşıyorlar. Belli ki onlar için bayramdır.  /// Bugün delikanlıların günüdür. İster Kürt, ister Türk, ister Arap olsun. /// Sendendir başarı, ihsân eyle yâ Rab.  /// Yolculuğun yönü Haleb’e çevrildi.……… Kardeşler Çanakkale Boğazı baş kor ateş saçtı. /// Çanakkale düzlükleri insan cesetleriyle doldu.” (Güney Doğu Güncel, Anasayfa, 17 Temmuz 2022)

İstanbul’da yaşayan bir Sûriyelinin “Çanakkale’de 70.000 Sûriyeli şehîd olmuş onu bil sonra bize def ol de” sözleri tartışmalara sebep olmuştu. Hürriyet 70.000 Sûriyeli şehit iddiâsını İlber Ortaylı’ya sordu. Ortaylı’ya göre 70.000 Sûriyelinin Çanakkale’de şehîd olduğu iddiâsı doğru değilken, Kürtler için de aynı durumun söz konusu olduğunu, mesâfeden dolayı Kürtlerin de Çanakkale’de Osmanlı için savaşmadığını savundu. Ortaylı, Çanakkale’de Yahûdî var, Rum var, Kürt yok sözlerine şöyle devâm etti: “Şişirme onlar. Sûriye’den asker alındı, ama onların Çanakkale’ye gittiği doğru değildir. Çünkü askeri oradan getirmek zor. Yahûdî var Rum var, Sevkiyat zor. Sûriyeliler de savaştı tabîî. Başka cepheler var onlara yakın, Hicaz gibi. Bunlar imparatorluk insanları. Sûriyeliler için de böyle bir duygu var.”

 

OSMANLIDA IRK AYRIMI YOKTU

Bu iddiâlar aslen çok garip ve yersiz. Osmanlı Devleti bir imparatorluk. Irk ayrımı yok; Müslim, gayr-i Müslim ayrımı var. O da adlî mes’eleler dışında. Müslüman parantezindeki bütün ırklar aynı değerde. Yâni Müslüman kimliği değeri bu. Ümmet kavramı içinde ırkların birbirlerine karşı üstünlüğü zâten söz konusu bile olamaz.

Osmanlıyı yıkmak için imparatorluk içinde milliyet şuurunu ateşlediler. Ümmetten millete geçiş süreci bir oldubittiye getirilemezdi. Gayr-i Müslimler zâten Balkan ve Rumeli fitneleriyle kandırıldılar. Bunlara gayr-i Müslim diyerek olabilirlik yanıyla bakılabilirdi. Ama Müslüman Arap kabîleleri ve Kürtlerin, Ermeni ve Rum çeteleriyle aynı paralelde Osmanlıya baş kaldırmaları affedilir gibi değildi. O zamanın şartlarında “Herkes kendi ırkını önceliyor biz de Türk ırkını önceleyelim” diyenler Türk olsa mantıklı olabilir diye düşünebilirdik. Ama Leon Cahun, Moiz Kohen gibi Yahûdî provakatörlerin Ziyâ Gökalp’a önderlik etmeleri çok garip. Dînime dahleden bâri Müslüman olsa!

Kafkaslarda ve Âzerbaycan’da hem Çarlığın hem de Komünist Rusya’nın Türklere yaptığı zulüm sebebiyle ezilmiş, öldürülmüş, yok sayılmış, dîninden ve milliyetinden koparılmak istenen Türklerin Türkçülüğüne kimse lâf edemez. Onlar sonuna kadar haklıdır. Ama el insaf, Osmanlıda Millet-i hâkime olan Türklerin idârede, ilmiyede, askeriyede, meşihatta aklınıza gelen her kademede kâhir bir ekseriyeti vardı. Hattâ Nihal Atsız’ın Gök Sultân dediği Abdülhamîd Han, Türk kelimesini telâffuzdan bile zevk alan bir hünkârdı. Bâzıları “İttihâdcıların zoruyla öyle görünmüştür” diyorlar. Abdülhamîd Han İttihadcılara hiçbir şekilde hak olmayan dâvâlarında tâviz vermemiş ve saltanattan alınmamak için onlarla aslâ bir ittifâkın içine girmemiştir. İttihadcılar kritik süreci iyi götürebilseler Osmanlı yıkılmazdı.

Yıllarca bizimle yaşayan gayr-i Müslimler belki Osmanlıyı sevmediler ama hiçbir zaman da ayrılmak istemediler. Çünkü adlî, dînî mülkî ve idârî konularda hiçbir sıkıntıları yoktu. Son zamanın bölücü ve ayrımcı fitnelerinden korunabilselerdi Osmanlı, Balkanlar da bir anda barut fıçısına dönmez ve Araplar ve Kürtler de Abdülhamîd siyâseti ile pekâlâ devlete bağlılıklarını devâm ettirebilirlerdi.

Vehhâbî ve Şiî İslâm dışındaki Müslümanlar Hilâfet makâmına çok bağlı idiler. Batı ve özellikle İngilizler yerleşik şehirli Arapları kandıramadıkları için göçebe çöl kabilelerini ayaklandırdılar. Kuzey Afrika’yı önce kışkırttılar sonra onlara katliam uyguladılar.

Aslan güçlü iken yalnız da olsa çakallar ve sırtlanlar ona saldıramazlar ve uzaktan hırlarlar. Ama sabırla aslanın tâkatten ve güçten düşmesini beklerler. Sırtlan ve çakallar asâletli olmadıkları için avlarını öldürmeden parçalarlar. Baş ve kalp kısmına yaklaşamayıp kuyruk ve arka ayakları parçalamaya başlarlar.  

 

ÖNCE ÇÖLLERE ÇÖKTÜLER

Batılılar da önce Pâyitaht’a Haremeyn’e değil Balkanlara ve çöl kabîlelerine el attılar. Sonra Osmanlının kalbine ve boğazına çöktüler. İstanbul ve Haremeyn hedefti artık.

Osmanlı çökmeden evvel şeytan ortakları ona “hasta adam” dediler. Batı stratejik davranıyordu; bu onlar için normaldi. Ama Osmanlı aydınları diye bilinen karanlık aydınlardan Genç Osmanlılar, Jön Türkler, İttihâdcılar bu devletin yıkılmasının vebâli altındadır. Kimse bunların iyi niyetli olduklarını söylemesin. Bunlar Osmanlının kalburüstü, iyi eğitim almış, çoğu Avrupa görmüş insanlarıydı.

Kısacası insanın ortağı şeytan olursa ona elbette doğruyu göstermez.

 

 

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.