Evden çıktığından beri kafası suallerle doluydu Ali’nin...

A -
A +
Anacığının ifadesine göre; “Büyük yerin canavarı da kocaman olurmuş” dedi, yürüdü.
 
Yakındaki parkın banklarından birinin köşesine oturdu; elini gözlerine siper ederek gökyüzüne baktı; asılı altın küre misali kızaran güneş elini, yüzünü, bütün bedenini ısıtsa da kalbi hâlâ buz gibiydi. Niçin böyle olduğundan haberi yoktu. Sadece; “HUZUR VE SAADET” arıyor, bir türlü de bulamıyordu. Çok düşündü. Aklına bir şey gelmiyordu. Gülüşerek ve oldukça neşeli yakınından geçenleri gördü: “Şöyle doya doya bir gülemedim! Acaba bunun sırrı nedir?” dedi, yine derinlere daldı Ali. İşin içinden çıkamayınca hırsla oturduğu yerden kalktı, kucağındaki yeşil erikler yere dağıldı.
            ***
Şükriye Ana’nın ela güzleri; kan çanağına dönmüştü. Mektepten gelen Ali’sine bir tas çorba koyamayıp dışarı gönderirken ufka yaklaşmak üzere olan kızıl güneşe baktı. Sanki onun derdinden dolayı tutuşup kavrulmuş, o üzüntüyle Arnavutköy semasını kızıla boyuyordu. “Ali’min üzerine sımsıcak doğmayan güneşi neylerim” diye söylendi, gözlerinden yaşlar süzüldü yeniden. Acısından olsa gerek oradan oraya sürüklenen pamuk yığını bulutların etekleri tutuşuyor ve mavi göğü kan rengi yangın yerine çeviriyordu. Güneş; kapı önlerinde, duvar diplerinde sessiz bekleşenlerin yüzünde kızıl gölgeler oluşturuyor, ahları, vahları, çaresizlik içinde inlemeleri arş-ı âlâya yükseliyordu.
Yanı başındaki ocaktan hâlâ incecik mavi bir duman kıvrım kıvrım göğe yükselirken yanık tahta kokularını alıp betonarme evlerin üzerinden ta uzaklara taşıyordu. Yarı aç, yarı tok evlatlarının “ana açız” diyen seslerini duymamak için kulaklarını tıkıyor, ne yapacağını bilmez hareketlerle pencerenin önüne çömelip ailesi için sadece dua ediyordu. Şükriye Ana, böyle durumlarda bütün acıları içinde; “tam şuracığında” hissediyor, yalnızlığın, garipliğin, fukaralığın onlara lisan-ı hâl ile anlattıkları sırları, bilinmez hadiseleri anlamaya çalışıyordu. Oturduğu evlerin önünde tetikte bekleyenler, çocukları sebepsizce kovalayan kazlar, tanıdığı, tanımadığı insanların konuşmaları; her yerde ötüşleriyle ortalığı velveleye veren serçeler, dört duvar arasına sığınıp saklanmış bu aileden bihaberdi.
           ***
Evden çıktığından beri kafası suallerle doluydu Ali’nin. “Sahi nedir bu büyük şehir dedikleri?” Anacığının ifadesine göre; “Büyük yerin canavarı da kocaman olurmuş” dedi, yürüdü. Şehir dediğin bir toprak parçası mı, uçsuz bucaksız evler, bitmeyen arabalar, yüksek yüksek gökdelenler, alışveriş merkezleri, ışıltılı vitrinler, kalabalıklar, yoksa tenha mezarlıklar mı? Hayır, bütün bunların ötesinde bir mana taşıması lazımdı şehir denilen yer. Ne sadece toprak parçası, ne devasa binalar, ne sürüyle insanın gece gündüz koşuşturması… Annemizin telaşı, babamızın saçlarına düşen akı, sevdamız, çocukluğumuz, gençliğimiz, ihtiyarlığımız, göz nuru alın terimiz… Ne o, ne buydu... Şehir demek; korkularımız ve her şeyiyle kalabalıklar içinde “yalnızlığımız” demekti… DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.