DERİN MEVZU!

A -
A +

Yarıştan kopmuşluğa çareler aranıyordu:

Yapılacak işlerden biri de Avrupa’ya talebe göndermekti.

Devlet, sanayi inkılabıyla açılan farkı kapatmak maksadıyla görgü ve bilgilerini artırsın, kendilerini geliştirsin ve gelip memleketi daha ileriye taşısınlar diye 19. Asrın başlarından itibaren bu talebe yollama işine Tanzimat öncesi ve sonrası, Cumhuriyet öncesi ve sonrası bir buçuk asır kadar ağırlıklı şekilde devam etti…

II. Mahmud Hân’dan faraza 1950’ye kadar kaç kişi, yurt dışına yollandı, bu tasarruf hazineye kaça mal oldu, ne fayda elde edildi, gitmeselerdi zararımız ne olurdu? Bunlar, araştırılması gereken sorulardır.

Mağlup olanın, galip gelene gizli hayranlık duyguları taşıması, izahı zor olan bir gerçektir. Devlet, gençleri tahsile gönderdi ama onlardan bazıları türlü tuzaklara düştüler, bazıları yabancılaşarak kendi ülke ve idarecilerine hasım kesildiler. Tanzimat ve devamındaki Jön Türk ve İttihad ve Terakki hadisesi bu kadrolardan beslenmiştir.

Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselâm- "Hikmet, mü’minin yitiğidir, nerede bulursa alır" buyurmaktalar. Yine buyurmaktalar ki: "İlim, Çin’de olsa bile alınız!" Elbette buradaki "Çin" tek başına adı geçen ülke değildir. Aynı zamanda uzaklık ifadesidir ve "dünyanın öbür ucunda da olsa" şeklinde bir anlam da taşımaktadır.

Bu itibarla gençlere yatırım yapmak, onları ilimle donanacakları merkezlere göndermek yerinde bir karardı. Öyle olmalı ki rejim değiştiği hâlde uygulamadan vazgeçilmedi. Gidenlerin içinde öğrenme yolunda dirsek çürüten ve ilim kesbedip vatanlarına dönerek burada faydalı olmak için ter dökenler çok oldu. Fakat oralarda zehirlenerek ülkesini küçümseyen, idarecilerine düşman kesilenler de çok oldu. I. Dünya Harbine girip harbi ve koca imparatorluğu kaybetmemizde şu bahsettiğimiz hususun yüksek payı olduğu bir hakikattir.

Dışarıya gidip-gelenler, maalesef müthiş bir yabancı hayranlığına kapılıyorlardı. Eğer İttihad ve Terakki hareketinin öncü isimlerinde hastalık çapında Alman hayranlığı olmasaydı Almanları memnun etmek uğruna o zalim dünya harbine girmezdik. Ecnebî hayranlığı o hâle gelmişti ki hayatın her kademesine sirayet etmişti. Erken Cumhuriyet’te Avrupa’ya benzemek, onlar gibi olmak için Hıristiyanlığın kabul edilmesi gerektiğini söyleyen sözde münevverler bile oldu. Yunan edebiyatının, Roma hukuk ve tarihinin ders kitaplarında yer alması hayranlığın resmî belgesidir.

19. Asırda başlayan iyi niyetli ve makul bir hareket, beşinci kol faaliyetleriyle bir yüzyıl sonra mankurtlaşmaya döndü. Artık dışarıya gitme, yalnızca devlet desteğiyle olmuyordu. İmkân ve fırsat bulanlar da gidiyor, devlete borçlanarak gidenlerden yolunu bulanlarsa gelmeyip oralarda kalıyorlardı. İlk yüz sene içinde gidilen yerler Paris, Londra, Berlin gibi Avrupa şehirleriydi. Jön Türkler de firar edip buralara kaçıyorlardı. Orta Cumhuriyetten itibarense bunlara ABD eklendi. Böylece Cemil Meriç’in dediği trajedi sahne buldu. Merhum mütefekkir "bizde köy öğretmeni, köye müstemleke komiseri gibi girdi!" der. Devrin muallimi, jandarması, polisi, tahsildarı, hekimi, hâkimi… ekseriyetle böyledir. Bu manzaranın genlerinde yabancılık, yabancı hayranlığı, başkalaşma, köklerinden kopma vardır.

Ancak bir şey daha vardır:

Beyin göçü:

1839’dan 1983’e kadar çok da sancılı bir biçimde yaşadığımız beyin göçünün sebebi bu seyirdir. Turgut Özal’ın kalkınma hamlesiyle başlayarak beyin göçü tersine dönmeye başladı. İki binin başından itibaren de dönüş hızlandı.

Şimdilerde iki vak’a yaşanıyor:

Biri kendiliğinden ve lehimize hasıl olmuştur. Her bölgeden göçmenin bir kısmı, Türkiye için hâliyle beyin göçüdür. Ne var ki eş zamanlı olarak tersi de olmakta veya olma süreci başlamak üzeredir. Geç Osmanlı’da Abdülhamid Han’a "müstebid" diktatör diyerek yurt dışına kaçan, Erken Cumhuriyet’te de "biz, İslâmiyet’e tabi oldukça geri kalmaktan kurtulamayacağız" diyen zihniyetin devamı olanlar, günümüzde derinden derine yine beşinci kol faaliyetindeler. Genç beyinleri yanıltıp yönlendiriyorlar. Onlara göre bugün de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan diktatördür. Yarın Başkanlığa başka bir yerli isim gelse ve o da kalkınmaya devam etse ona da diktatör derler.

Gençlere aşılanan şu zehirli cümledir:

"Bir diktatörün yönetiminde olan bu ülkede yaşanmaz!" İddialardan, söylenenlerden öyle anlaşılıyor ki bu telkin ve çalışmalarla tehlikeli bir psikolojik hava meydana gelmiştir. Çok genç, fırsatını bulunca dışarı gidecek iddiası algı operasyonudur.

Bu zakkumlu söz iyi değildir.

Bazı talihsiz gençler, gittiklerinde daha doğrusu kaçtıklarında yollarının bir rüya iklime çıkmadığını acı tecrübelerden sonra göreceklerdir. Hadise, sadece diktatörlük ve yaşanmazlık mübalağası değildir. Sızıntısı bitmemiş yabancı hayranlığı için arkeolojik kazı yapılmıştır. 1980’lere kadar hemen her aydın, söze "Ben Paris’teyken…" diye başlardı. Paris’te 3 ay kalan 30 sene "Ben Paris’teyken…" diye konuşuyordu. Çok kürsüden işittik.

Gizli özenti ve saklı hayranlık mahsulü bu nakarat bıkkınlık verince, gına getirince istihza mevzuu oldu.

O hayranlık, şimdi başkalaşım geçirmiştir.

Saldırı, çok yönlüdür.

Saldırı,

2023 Haziran’ına kadar

artarak

yol kesecektir...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.