Adalet denilince... Hazret-i Ömer

A -
A +

Hazret-i Ömer'in annesi Hantame bint-i Hişam bir başka Ömer'in (Ebû Cehil'in) kızkardeşidir. İşte dayı yeğen bir köşeye oturup konuşurlarken Resulullah Efendimiz onları görür ve "Ya Rabbi, bu dini iki Ömer'den biriyle kuvvetlendir" diye dua ederler. Ömer'in (radıyallahu anh) katılması ile müminler güç kazanır ve tekbirler getirerek Harem-i şerife giderler. En önde Hazret-i Ömer, ardında Hazret-i Ali birkaç adım gerilerinden Âlemlerin Efendisi, sağlarında Hazret-i Ebubekir, sollarında Hazreti Hamza... Hazret-i Ömer'den "Muhammed'i öldürdüm" haberini bekleyen müşrikler, onu müminlerin arasında görünce donar kalırlar. Hele mübarek ortaya çıkıp da "Beni bilen bilir, bilmeyen öğrensin ki Hattaboğlu Ömer'im. Eğer anasını ağlatmak, karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen varsa önümüze çıksın" diye haykırınca Amr bin Hişam'ın (Ebu Cehil) eli ayağı boşalır, büsbütün yıkılır. İşte tam o günlerde Enfâl suresinin 64'üncü ayet-i kerimesi nazil olur ki "Ey peygamberim. Allah ve müminlerden izinde gidenler sana yetişir!" buyurulmaktadır. Medine'ye doğru... Derken zor günler başlar. Kureyşli müşrikler müminleri tecrit eder, bedelini ödeseler dahi onlara bir avuç buğday, üç beş hurma vermezler. İnananlar ne ziraatla uğraşabilir, ne de ticaret yapabilirler. Evlerini, işlerini kaybeder, anlatılmaz sıkıntılar çekerler. Gençler dal gibi kurur, kadınlar yaprak gibi solar, bebeler açlıktan kıvranırlar. Hele fakirler ve köleler anlatılamayacak kadar perişandırlar. Zira hakim güçler hırslarını gariplerden alırlar. Hepsine katlanmak mümkündür, ama İslam'ı gönüllerince yaşayamamak var ya, işte ona dayanamazlar. İnananların önünde tek yol kalır: Hicret!.. Emir de öyledir zaten. Sahabe-i kiram gizli, saklı sahraya düşer, sessiz sedasız Münevver beldeye yürürler. Ama Ömer (Radıyallahu anh) yayını omuzuna asar, kılıcını beline takar, kalkanlar ve mızraklarla ortaya çıkar. Önce 'Nurlu Kâbe'yi tavaf eder sonra göstere göstere koyulur yola. Ona mani olmak mı? Kim düşünebilir, hem kimin haddine? Hazret-i Ömer putperestlerin korkulu rüyasıdır. Ama az, ama çok hepsi ondan korkar. Mesela Bedir Harbi öncesinde Benî Adiy kabilesi baskılara rağmen Kureyşlilere katılmaz. Sebebi sorulduğunda "Ömer'le karşı karşıya gelmek istemiyoruz" diye fısıldarlar "çünkü o ne yapar yapar, bunun hesabını sorar." Hazret-i Ömer bütün muharebelere katılır ve malını mülkünü cihad yolunda harcar. Hayber'in fethinden sonra kendisine düşen araziyi "insanlığa" bağışlar ki açtığı çığır "vakıf Medeniyeti" olarak anılır. Hazret-i Ömer, Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dar-ı bekâya irtihallerinden sonra Hazret-i Ebubekir'e biat eder aynı heyecanla hizmete koşar. Sahifeler halinde olan Kur'an-ı kerimi iki kapak altında toplar. Halifelik makamında Halife Ebûbekir ölümüne saatler kala Hazret-i Osman'a "Yaz!" buyururlar, "bu dünyadaki son, ahiretteki ilk günüm. Size vasiyetim olsun halife olarak Ömer'i düşünün!" Hoş, müminler de öyle düşünür ve oybirliği ile Hazret-i Ömer'i halife seçerler. Hazret-i Ömer çıktığı ilk hutbede "Din-i İslamı Allah'ın kullarına duyurmak isteyenler nerede" der ve uzakları gösterir. Nitekim kısa bir süre sonra İslam devletinin sınırları Kafkasya'dan Yemen'e, Cezayir'den Türkistan'a uzanır. Ki onun zamanında tam 1036 şehre İslam sancağı dikilir ve yeryüzünde 4000 yeni cami yükselir. İslâm Devleti Hicaz, Suriye, El Cezire, Basra, Kufe, Mısır, Filistin, İran, Horasan ve Kirman gibi eyalet merkezlerinden yönetilir. "Vilayet, kasaba, nahiye teşkilatları"nı kurar, emin idareciler atar. İlk defteri, ilk muhasebeyi, ilk divanı hizmete sokar. Yol asayişini ve gece emniyetini sağlar. Adalete çok önem verir, valilerini başlarına buyruk bırakmaz. Müslümanlar ilk kıblemiz olan Kudüs'ü uzun bir süredir sıkıştırmaktadırlar. Tam dört ay süren kuşatma Kudüslülerin sinirlerini bozar. Evet, kutsal kentin savunması yorgundur ama şehri düşürmek kolay olmaz. Kudüs önlerinde... Müminler son darbenin hazırlıklarını yapadursunlar, ruhani lider "kenti direnmeden de teslim ederim" der, "ancak, halifeniz buraya buyururlarsa!" Hazret-i Ömer derhal yola çıkar. Yanında bir kırba ve bir torba vardır o kadar. Heybenin bir gözüne hurma doldurur, bir gözüne süveyk (bir nevi kuru ekmek) koyarlar. Ama develeri bir tanedir ve hizmetçisi ile ortaklaşa binerler. Kudüs'e yaklaştıkları demlerde sıra kölededir. Ahali bir anda deveyi kuşatır, üzerindekine iltifatlar yağdırmaya başlarlar. - Hoş geldiniz ya Emir-el müminin. - Şehrimize şeref verdiniz. Kölesi donar kalır. Yuları tutan hırkası yamalı zâtı gösterir ve zor duyulan bir sesle "Ömer o" diye mırıldanır. Evet, Ömer o olmalıdır. Zira dağları imrendiren heybet ve gönüllere su serpen tebessüm ondadır. Yahudiler, Halifenin şehre girişi için muhteşem merasimler hazırlarlar. Ebu Ubeyde (Radıyallahu anh) nefis bir at ve ak kumaştan tiril tiril bir elbise ile gelir ve "lütfen bunları giyin" der, "hani devletimizin şerefi için!" Hazret-i Ömer bu masum isteği ret edemez. Ancak cins attan bindiği gibi iner ve kaftanı savurup atar. Tekrar soluk harmanisine bürünürken "Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez!" hadisi şerifini nakleder, "şeref olarak imanımız yeter, n'olur ısrar etmeyin, Ömer helak olmasın" der...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.