BABIALİ'nin Hekimoğlu'su

A -
A +
"Hekimoğlu İsmail" müstear ismiyle 40'ın üzerinde kitap ve sayısız makaleye imza atan yazar Ömer Okçu, bugünlerde çok hasta. Babıali'nin usta kalemi sevenlerinden dua bekliyor. Minyeli Abdullah ile Erzincanlı Ömer arasında pek fark yoktur aslında... Ha Mısır'da maznunsun, ha Türkiye'de parya... Dinini, milletini, devletini seven orada da horlanır, burada da. BABIALİ'nin Hekimoğlu'su

DUALARINIZI BEKLİYOR Çengelköy'de ziyaret ettiğimiz Ömer Abinin okuyucularımıza çok selamı var. Yüzünden okunsa da ızdırabını saklıyor. Ne şikayet ne yakınma... Sadece dua bekliyor. Altmışlı yıllar. Ümraniye henüz avuç içi kadar. Merkez dediğin beş on sokak. Üç beş sokak da Sondurak'ta... Çakmak mahallesi şekillenmemiş daha... Tabiri caizse mezra... Ana caddeyi saymazsanız yol yok, elektrik yok, su yok. Ama kasap var, berber var, yazlık sinema var. Bakkallarda çivit, ispirto, üç ortalı harita metod, timsahlı kalem, teneke kutuda bisküvi ve zambo sakız satılıyor. En gözde ürün gaz ve lamba camı... Lüküs hakikaten lüks, benim diyenin eline geçmiyor.. Fırıncı merkeple ekmek dağıtıyor, yumurta saman dolu sepetlerden seçiliyor. Bahçesinde tulumba olmayanlar galvaniz kovaları yükleniyor, en az kırk kişinin beklediği çeşme başında sıraya giriyor. Otobüs parmak hesabı, kaçıran taaa Kısıklı'ya yürüyor. Mesafe mesele değil de Namazgâh civarı çok sapa, çoban köpekleri üstünüze üstünüze geliyor. Arazinin ortasına bir ilkmektep yapmışlar, çamur taa belinize çıkıyor. Okula girmeden evvel çizmelerini yıkamayan azar işitiyor. BABIALİ'nin Hekimoğlu'su

VATİZDİZ? İTİ ZEBUK! Orta ve lise bildiğiniz baraka, dikine kesilmiş konserve kutusu diyeyim de anlaşıla. Oluklu saçtan yapılan derslikler yazın yanıyor, kışın donuyor. Düşen perçinlerin deliklerinden içerisi görünüyor. İngilizce muallimi yok, vekil öğretmenler "Vatsyorneym? Mayneymiz..."in ötesinde bir şey öğretemiyor. Gatenby tarafından hazırlanan 949 baskılı kitaplarda Mr ve Mrs Brown adlı bir karı koca ile George, Jack, Mary ve Rose adlı dört veled var ama bunlar ne yer, ne içer, ne konuşurlar? Muammayı çözemeyenler Ömer Okçu'nun kapısını çalıyor. Ömer Abi çiçeği burnunda bir astsubay... Defalarca Amerika'ya gitmiş gelmiş, gavurun lisanını sular seller gibi konuşuyor. Talebelerinden biri abim, akşamları defterini koltuğuna sıkıştırıp derse gidiyor. Umumiyetle misafir odasına alıyor, oturacak yer bulursan çök, yer kitap, gök kitap. Ortalık müsveddeden geçilmiyor. YASSAH HEMŞERİM! Bir gece yatsı vaktiydi, kapı çalındı baktık Ömer abi... Tedirgindi... Elinde kül renkli bir dosya... "Yüzbaşım rica etsem gözden geçirir misin acaba? Bak kırılacağımı sanma, sizin fikriniz önemli, eksiği gediği neyi varsa?" Tükenmez kalemle yazılmış yüzlerce kağıt... Okumayı yeni sökmüşüm, başlık gözümden kaçmıyor. "Midyeli Abdullah" diye heceliyorum, gülmekten kırılıyor. Babam geceleri eline sabit kalemi alıyor, kendince bir şeyler çiziyor, oklar, notlar. Yatarken kağıtları dürüp paketliyor, camdan fıydırılacak hale getiriyor. Söylemiyorlar ama biliyoruz. O günlerde subay, astsubay evleri basılıyor, ola ki dini bir yayın, bir Osmanlıca kitap yakalattın, çıra gibi yandın. Hele İslam harfleri cızzz. Buldular mı başına en püsküllüsünden dert aldın. Velev ki bu Cumhuriyeti ve İstiklal harbini öven bir kitap dahi olsa. Babam bir zamanlar sahaflardan hayli taş baskı ve yazma toplamış. N'olur n'olmaz diye bir ahbabına yollamış. Adamcağız da ürkmüş, gömmüş, kitaplar kitaplıktan çıkmış. O güzelim cildlere, ince tezhiplere nasıl yanmazsın, sayfalar erimiş erimiş akmış. HEKİM OĞLUNUN OĞLU Meğer Ömer abi de bazı kitapları poşetleyip kuyuya sarkıtıyor, çalışmalarını döşeme tahtasının altında, sifon haznesinde saklıyormuş. Halbuki genç bir askerin şiir roman yazması kadar tabii ne var? Masum, mâkul, temiz, gayretler bunlar... Sanırım bu kadar peşrev yeter, artık hikayesine girsek iyi olacak. Efendim Ömer Okçu 1932 yılında Erzincan'da doğuyor. Hekimoğlu mahlası boş değil, dedesi İsmail yörede tanınan bir hekim, Ermeniler tarafından şehit ediliyor. Babası Fahri Bey Kâzım Karabekir Paşa'nın emrinde dört yıl askerlik yapıyor. Savaş bitiyor, elde avuçta bir şey yok. Garibim madalyasını satıp kerpiç bir ev alıyor. O yıllarda devletlüler halka yol, okul, hastane getiremiyor ama baskı kurmasını pek biliyorlar. Misal, Kur'an-ı kerim yasak. Bir kaç gözü kara ihtiyar, tehlikeyi göze alıyor, çocuk okutuyor. Ömer Abi de saklana saklana bir kadının evine gidiyor, jandarma korkusundan ödleri kopuyor. Derken Erzincan zelzelesi... Henüz 7-8 yaşlarında... Gecenin bir vakti sarsıntıya uyanıyor, bir bakıyor duvar kaydı gitti, çil çil yıldızlar görünüyor. Onu toz toprak içinden çekip alıyorlar, dışarısı ayaz, üstünde sadece fanilası pijaması var. O hengamede kız kardeşi vefat ediyor, ağabeyi sır oluyor bir daha haber alınamıyor. Ortalık harabe, yokluk kıtlık bel büküyor. Sonraki yıllar zor geçiyor, garibim büyük hedeflerini ertelemek zorunda kalıyor. Bir an önce eline ekmek alabilmek için Astsubay Okuluna yazılıyor. KAMETLEMESİNİ BİLSE Okulu bitirip kıtaya çıkıyor... Neşeli, yakışıklı bir genç. O günlerin en gözde kulüplerinden Davutpaşa'da forma giyiyor. Çalımbaz, süratli, bilekleri kıvrak. Hasımlarını bir o yana, bir bu yana yatırıyor. Etrafında bomboş insanlar, alkol, fuhuş, kumar... Sıkılıyor, daralıyor... Yıl 1950. Bir ikindi Süleymaniye Camii'ne giriyor. Cemaat iki kişi. Biri o, diğeri imam. Hoca efendi "haydi kametle" diyor. İyi de kamet nasıl getiriliyor? İşte o açlık ile okumaya başlıyor, "Serdengeçti" derken "Büyük Doğu" ile tanışıyor. İlk yazılarını Babaeski'de tek odalı bir evde yazıyor, büyük bir cesaretle Necip Fazıl'a yolluyor. Ya duyarlarsa? Duyarlarsa duysunlar! O zemheri gecesi enkaz altından don gömlek çıktı ya, artık tehlikelere aldırmıyor. Rızka Allah (Celle Celalüh) kefil, kullara takılmıyor... Yıl 1958... Bir kurs sonrası ABD'den dönüyor. Atlas Okyanusu üzerinde tayyarenin dört motorundan üçü susuyor, hızla irtifa kaybediyorlar. Öyle ki dalgaların köpükleri görünüyor. Uçuş ekibi son bilgileri veriyor. "Köpek balıklarından korunmak için şu kimyasalı sürün, havadan görünmek için şu boyayı dökün". Millet panik içinde Ömer Abinin rahatlığı kan donduruyor. "Sevinin" diyor, "Sevinin büyük bir mezarımız olacak. Çok büyük... Okyanus kadar!" BİZİM ÖMER'İN ROMANI İlerleyen yıllarda gözlerini ağrıtasıya okuyor, parmaklarını acıtasıya yazıyor. Derken Minyeli Abdullah, Sabah gazetesinde tefrika ediliyor. Üstleri birşeylerin farkındalar ama mahlas kullanıldığı için ispat edemiyorlar. O günden sonra yıldırma seansları başlıyor. Alıyorlar bir odaya, saatlerce oturtuyor, oturtuyor, salıyorlar. Adı "sakıncalı personel" ya, vebalı muammelesi görüyor. Ömer Abi açıkça teklif ediyor: "Hoşlanmıyorsanız tayin edin." - Olmaz! - Atın öyleyse... - O hiç olmaz! Nasıl atsınlar? Onsuz işler sarpa sarıyor. Derken gece yarısı baskınları, evinde şok aramalar... Sarma tenceresi bile didikleniyor. Yok, yok, yok.. Ta ki bir arkadaşı sağda solda "bizim Ömer'in romanı" diye boşboğazlık edinceye kadar. Mahkeme, mahkeme, mahkeme... Düşünebiliyor musunuz askeri savcı 7 yıl hapsini istiyor. Ömer Abi, Sermin Teyzeye "Beni tevkif ettiler mi üç gün bekle" diyor, "baktın gelmedim, kolundaki bilezikleri sat, doğru babana! Dönersem ne âlâ, dönmezsem El Fatiha..." ZENGİN OL, FAKİR YAŞA Emekliye ayrılınca Yeni Asya gazetesinin başına geçiyor. Titiz, tertipli, geldiği saat belli, gittiği saat belli. Herkesten fazla çalışıyor ama kuruş almıyor. Yetmez gibi Anadolu'nun dört bir yanında konferanslar veriyor. Yol masrafıymış, konaklama ücretiymiş hepsi cepten gidiyor. Ömer Abi mütedeyyin insanların da ticaret yapmalarını çok istiyor. Çünkü hizmet parayla dönüyor. Birçok şirket kuruyor, sermaye sahipleri ile iş bilenleri buluşturuyor. Maksat "bakın biz yaptık, oldu" demek. Oluyor da... Şüphesiz para kazanıyor ama dervişçe yaşıyor... (Kırçıllı bir paltosu, damalı bir kaşkolu vardı. Bunlar yıllarca üstünde kaldı.) Kitaplar, kitabevleri, yayın şirketleri, imza günleri... Malum cenah, yıldırmaya çalışıyor, nitekim bir yazısına kulp takıp içeri alıyorlar. Umurunda sanki, Şile Cezaevine gülerek giriyor, gülerek çıkıyor. Nazara mı geliyor bilmiyoruz, bir sabah namazı (3 Şubat 2002) Eyyûb Camiinde gözü kararıyor... Apar topar kaldırıyorlar, yorgun beden bitap, beyni kanıyor. Doktorlar "gidici" diyorlar ama dualar kabul oluyor, Allahü teâlâ onu sevdiklerine bağışlıyor. Şuuru yerine gelse de bazı şeyler bulanık kalıyor. Ama gayreti eskisi gibi... O yaştan sonra tekrar Kur'an-ı kerim öğreniyor. "Tohum gibiyim" diyor, yeşermeye çabalıyor... Ömer Abi bu günlerde de hasta... Ağrıları var, yürüyemiyor. "Derdimi Seviyorum" diye cild cild kitaplar yazan birinin halinden şikayetçi olmayacağı vakıa... Sadece dua bekliyor. BABIALİ'nin Hekimoğlu'su

DİLE KOLAY Ömer Okçu, 77 yıla 42 kitap ve binlerce makale sığdırır. BABIALİ'nin Hekimoğlu'su

Hikmet avcısı... Ömer Abi talebeliği sever, hayatı boyunca ders kovalar, gençlerle oturur icabında....BABIALİ'nin Hekimoğlu'su

Bir makalesinden dolayı "medrese-i Yusufiye" yolunda... Halinden memnun, şikayetçi görünmüyor...NAZLI HİLAL AŞKINA Ömer Okçu ile hem Kılıçlı'da hem de Alemdağ Füze Üssünde çalıştık. Çok iyi bir ekiptik, üç NATO teftişi geçirdik, üçünü de birinci bitirdik. Amerika'da atışlara katıldık, yine lideriz. Hem de açık ara farkla. Kafaya koymuşuz, nazlı hilal mutlaka zirvede olacak! İngilizi, Fransızı, İtalyanı... Düşünün NATO içinde kaç ülke var? Alemdağ tepe, rüzgâr ilik donduruyor... Mustafa 40 derece ateşle jeneratör başında. "Astsubayım seni revire göndereyim!" - Yok komutanım siz bu köhne jeneratörü çalıştıramazsınız sonra, teklerse sistemdeki değerler uçar. İşinize bakın, acı patlıcanı kırağı çalmaz. Diğerleri de öyle sabahlara kadar vida sıkarlar, birini atlasalar gitti puanlar. Hem inançlılar, hem donanımlılar. Yunus, Durmuş, Ünal... Hepsi ayrı pırlanta... Zekiler, uyanıklar... Ben de teşvik ettim, çoğu yüksek tahsil yaptılar. Zamanla et tırnak gibi olduk, birine diken batsa hepimizin canı yanar. Üs komutanı soruyor "Ya bu Necati'yi niye seviyorsunuz bu kadar?" Rahmetli Bahaeddin atlıyor: "Bilemem ama git şu Hercules'i (dev bir füze) sırtla dese, düşünmeden girerim altına." KAHVENİN HATIRI Amerika'da atıştayız, El Paso'da... Ömer'le Juarez'e geçeceğiz, Meksika'ya... Hudut belli belirsiz, sadece küçük bir dere var arada. Tramvaya bindin tamam. Aşırı alkol alan ve vukuatları ile tanınan bir arkadaş ansızın dikildi karşımıza. Yüzünden düşen bin parça... "Juarez'in bataklık olduğunu bilmiyor musunuz? Ne işiniz var orada?" - Kahve alacaktık ama... - Alın benim kahvelerim sizin olsun... N'olur gitmeyin oraya! Adımız dindara çıkmış ya alaya alınacağımızdan korkuyor. Kalıba değil, kalbe bakacaksın. Bu ne temizlik ya... Donduk kaldık, gel de ağlama... Hava Kuvvetlerinde gelenektir, yıl sonu toplantıları yapılır. Tenkidler dinlenir, teklifler toplanır. Bir keresinde Ömer kalktı: "Efendim üssümüze bir cami yaptırsak..." - İyi de paramız yok, askerimiz az.. - Ben ne bir torba çimento istiyorum, ne de bir er... Karışmayın yeter. Yapar mı yapar... Ah izin çıksa... KESİŞEN YOLLAR Ömer önceleri Ömerli'de otururdu. Köy mesirelik, yazları çağırır, pek de güzel ağırlar. Ne hikmetse yollarımız sık kesişti ondan sonra. Yıllarca komşuluk yaptık, hanımlar da iyi anlaştılar. Tekaüd olunca ikimiz de Babıali'ye koştuk, düşünebiliyor musun iş yerlerimiz yine aynı aralıkta (Çatalçeşme Sokak). Çok defa Üsküdar'dan vapura birlikte bineriz, birlikte vururuz Cağaloğlu yokuşuna. Onun en sevdiğim yanı bilmediğine "bilmiyorum" diyebilmesidir, muhatabını arar, çekinmeden sorar. Bir gün geldi, baktım elinde kağıt, belli ki soruları var. Ömer bu, kimbilir ne ince mevzular... Ani bir kararla "gel" dedim, birlikte Askeri liseden hocamız Emekli Albay Hüseyin Hilmi Işık Bey'in kapısını çaldık... Nasıl âlim, nasıl halim bir insan... Söz sözü açtı. Ümraniye'nin kelime manasından girdiler, Asr-ı saadet yıllarına açıldılar... Sahabe-i kiram efendilerimizi öyle bir anlattılar ki... Anlatamam. Odada Münevver Medine rüzgarları dolanıyor sanki, hurmalıklar hışırdıyor kulaklarımızda. Ayrıldık. Ömer çok hislenmiş, sesi titriyor ayan beyan. "İyi de abicim biz buraya niye geldik? Hani sorular?" - Ben istediğimi aldım Necati abi... Öyle ip uçları verdiler ki, düğümler çözülüverdi. Şimdi ufkum daha berrak! > Em. Füze. Alb. M. Necati ÖzfaturaSATIRLAR ARASINDA Alemdağ'da bir sene kadar birlikte çalıştık. Bir gün geldi "Komutanım matematik çalıştırır mısınız bana?" "Kabul" dedim, "Sen de İngilizce öğreteceksin ama!" Dostluğumuz ilerledi, baktım çok okuyor. Kitap olmayan bir evde büyümüş, büyük bir açlığı var... Felsefe, psikoloji, iktisat teorileri, mimari, Rus klasikleri, hukuk, tarih, coğrafya... Sağdan da okuyor, soldan da... Ne bulursa... Sabahlara kadar satırlar arasında geziniyor. Masanın bir ayağını kesmiş, uyursa sendeliyor, kendine geliyor. Kese kağıtlarını bile didikliyor, takvim yapraklarını, sararmış gazete kupürlerini saklıyor... Kırılmayacağını bildiğim için "selüloz tüccarı" diye takılıyorum ona. Ben de okumayı severim ama daldan dala konmam. Vaktimi seçme eserlere ayırır, tekrar tekrar okurum icabında. Nöbet geceleri uzundur, konu konuyu açar. Bazen yeri gelir, üç beş kelime ile katılırım mevzuya. Yüzüme hayretle bakar "Valla siz haklısınız komutanım" der, "bin kitap da devrilse bu incelik yakalanamaz!" > TGRT FM Genel Müdürü Em. Füze Alb. İlhan Apak
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.