Bahriye Nezaretinde bir imam Abdurrahman Efendi

A -
A +

Yıl 1865... Şamlı Abdurrahman bin Abdullah, Kaptan-ı Derya Ateş Mehmed Paşa'nın ricasını kıramaz, Bahriye Nezaretinde imamlığa başlar. O yıl Basra'ya iki gemi gönderilmesi hakkında irade-i seniyye çıkar. Yol uzun olunca kaptanlar Abdurrahman Efendi gibi hoşsohbet birinin seyahate katılmasını arzularlar. Diledikleri gibi olur, Bahr-i Sefid boyunca doyulmaz sohbetlere oturur, içli menkıbeler anlatırlar. O yıllarda Süveyş Kanalı henüz açılmamıştır, Basra'ya gidecek gemiler Cebelitarık'tan çıkıp Ümit Burnu'nu dolanırlar. Neyse, gemilerimiz Akdeniz'i kazasız belasız aşarlar ama Atlas Okyanusu'nda öyle bir fırtınaya tutulurlar ki kendilerini bir anda Brezilya sahillerinde bulurlar. Hava sertleşince Rio da Jenario limanına sığınmak zorunda kalırlar. Geminin subayları "o ki geldik bari şehri gezelim" deyip dolaşmaya çıkarlar. Abdurrahman Efendi de onlara katılır ancak cübbeli sarıklı molla Sudanlıların gözünden kaçmaz. Bu sevimli işçiler etrafını sarar, Portekizce bir şeyler mırıldanırlar. İslamiyetle ilgileri bellidir ama merâmlarını anlatamazlar. Gitmek mi zor kalmak mı?.. Aynı gün geminin müezzini vakit nemazı için elini kulağına atıp yanık sesiyle bir ezan okuyunca Sudanlılar teklifsizce güverteye çıkar cemaate katılırlar. Gemiciler onlara ikramda bulunur, onlar da tekneye değişik meyveler, yemişler taşırlar. Ortada hoşça bir hava eser ve kırk yıllık dost gibi samimi olurlar. Abdurrahman hoca muhabbeti ilerletir, tercüman aracılığı ile onlara güzel vaazlar yapar. Her geçen gün vaziyyet daha berraklaşır. Bunlar, zamanında Portekizli köle tacirlerinin Afrika'dan toplayıp getirdikleri insanlardır. Evet Güney-Kuzey savaşlarından sonra esir ticareti sona ermiştir ama onlar hâlâ boğaz tokluğuna çalışırlar. Hepsi iyi bir mümin olmak ister ama dinlerini bilmez, ibadetlerini bid'atlerden, inançlarını hurafelerden ayıramazlar. Mesela bir sağa bir sola eğilip anlaşılmaz şeyler mırıldanarak saf tutar. Yeri öpüp, hokkaya tükürdükten sonra namazdan çıkarlar. Elbette böyle şeylerin dinde yeri yoktur... Abdurrahman Efendi şu kısa zamanda onlara hakiki İslamı, doğru itikadı öğretmek için çabalar Olacak bu ya, tam o günlerde yerli halktan biri gelip Müslüman olmak istediğini söyler. Abdurrahman Efendi çok sevinir. Adamcağız avucundaki sarı liraları hoca efendinin önüne koyar ve ezile büzüle "benim 20 altına gücüm yetmez" der, "on tane versem olmaz mı?" Görünen o ki adamcağızın kendi de muhtaçtır ve bu altınları biriktirebilmek için ömründen irice bir dilim harcamış olmalıdır. Abdurrahman hoca altınları iade etmekle kalmaz, garibin cebine üç beş kuruş harçlık koyar. Onlara "İslama girmek için kimsenin bir şey vermesi gerekmediğini" anlatır. Bu, hepsinin hoşuna gider ve çok da şaşırırlar. Buna benzer olayları sıkça yaşıyan Abdurrahman Efendi balığın baştan koktuğunu anlar. İmamlık yapan beyaz adamı sıkıştırır. Adam, aslen Mağripli bir Yahudi olduğunu, Arapça bildiği için kendisine hürmet edildiğini ve zamanla işi ticarete döktüğünü saklamaz. Hatta ona ortaklık teklifi yapar. İşin doğrusunu öğrenen gençler birden parlar, palalarını sıyırıp sahtekâr Yahudiyi cezalandırmaya kalkışırlar. Abdurrahman hoca onlara mani olur, Yahudinin hidayeti için de dua etmelerini ister ve intikam defterini açılmamak üzere kapar. Bu arada geminin bakımı yapılmış, kaptan hareket etmek için sabırsızlanmaya başlamıştır. Hoca efendi şimdi zor bir kararın arefesindedir. Ya "bana ne" deyip, garip zencileri istismarcıların eline bırakacak ya da... Ya da burada kalacak bid'atlerle savaşıp hakiki İslâmı anlatacaktır. Zordur ama o ikincisinde karar kılar. Arkadaşları demir alıp, yelken açarken, o "tevekkeltü âlallah" der, el sallar. Silbaştan din eğitimi Portekizliler hem taassup ehli hem de saldırgandırlar. Bu yüzden hizmetlerin sessiz sedasız yürütülmesinde fayda vardır. Bunun için öğle ve ikindi namazlarını münferiden kılar. Diğer vakitler eski bir hangardan çevirdikleri mescidde toplanırlar. Abdurrahman Efendi kısa sürede Portekizce öğrenir ve aracılara muhtaç olmaz. O günlerde Riolu Müslümanların elinde çok az miktarda Mushaf-ı şerîf bulunur ama ilaç için arasanız okuyabilen yoktur. Kelam-ı kadimi bir hazine gibi saklar ve sadece özel günlerde çıkarır; öpüp, koklar, başlarına koyarlar. Abdurrahman Efendi "elifbeden" başlar. Birlikte Kuran-ı kerim okur, birlikte namaz kılarlar. İçlerinde hacca gidebilen yoktur, oruç ve zekat adına yapılanlar ise hakiki din ile bağdaşmaz. Çoğu alkol alır ama sigaraya mesafeli dururlar. Zor olur fakat Abdurrahman hoca sofralardan şarap çanaklarını kaldırmayı başarır. Buna özellikle kadınlar sevinir, ona çok yardımcı olurlar. Aile içi kavgalar azalır, babalar çocuklarının farkına varırlar. Ortalıkta öylesine hoş bir hava eser ki az zamanda inanılmayacak şeyler olur. Üç beş ay evvel Arabî harfleri terennüm edemeyen gençler amme cüzünü, Yasîn-i şerîfi, Tebarekeyi ezberden okurlar. Abdurrahman Hoca Portekiz lisanında bir risale hazırlayıp dağıtır. Amentüyü, Allahü teâlânın ve peygamberlerin sıfatlarını, 32 farzı ve günah-ı kebairi ulaşamadıklarına da anlatır. Hiç hesapta yoktur ama en fazla selâmı öğretmekte zorlanır. Çünkü bu insanlar birbirlerini görünce Japonlar gibi rükuya eğilir, saatlerce kıpırdamadan dururlar. Öylesine eziktirler ki "eğilmeden" yapamazlar. Abdurrahman Hoca onlara "dik durmayı" öğretir, erkekler buna nispeten uyar ama kadınlar alışkanlıklarından kopamazlar...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.