Bileği bükülmez yiğit Hattapoğlu Ömer

A -
A +

Ukaz, ne sıradan panayırdır, ne de öylesine bir festival. Koca Arabistan'ın kültür şenliğidir sanki, belki de kongresi. Silahşörler, süvariler hep bugünü bekler, edipler, şairler marifetlerini sergilerler. Her dalın ünlü isimleri vardır ve şampiyonlar üç aşağı beş yukarı bellidirler. Kuytu vahalarda ömür tüketen bedeviler koca yılı burada gördüklerini anlatarak geçirirler. Elbette azıcık ballandırır, birine bin eklerler. O gün ortalık kıpır kıpırdır, Mekke insan kaynar. Her kabilenin kendine has bir kıyafeti vardır, allar, morlar birbirini kovalar. Davullar, ziller, naralar, kovanlaşan uğultular... Bir ara parmaklar dudaklara gider, ortalıkta keskin bir "Şışşşt" sesi çınlar, bu "şiir okunuyor" demektir ki kalabalık donar. Ayaklarının ucuna basarak Kâbe'ye akarlar. Şair noktayı koyduğunda bir alkıştır kopar. Sonra bir başkası çıkar... Ve yarış başlar. O sene onca namlı ismin arasından umulmadık biri sivrilir. Kelimelerle raks eden gür sesli genç öyle mânâlı beyitler söyler ki değme sanatkarlar kenara çekilir. Mısraları beliğdir, fasihtir, hem Arabların üstüne titredikleri neseb ilmini iyi bilir. Koca koca ozanlar başlarını öne eğer, "hatip böyle olur" derler, "hitabet buna denir!" Malum Kureyş'in at sevgisi muhabbet hudutlarını aşmış, dayanmıştır aşka. Eh böylesi bir panayır, yarışsız olamaz asla. İsimleri, lâkapları hatta şecereleri olan soylu atlar sanki günün farkındadırlar. Huysuz huysuz eşindiklerine bakılırsa en az süvarileri kadar heyecanlıdırlar. Her dalın birincisi Uçuşan yeleler, kıvılcımlı nallar, çığlıklar, toz, duman... Yarışı kazanan genç keyfiyesini sıyırdığında kalabalıktan bir hayret nidası kopar. Bu, hitabet yarışmasında ediplere kök söktüren yiğit değil midir? Ve sıra gelir dayanır güreşe. Her kabilenin namlı mimli pehlivanları vardır. Âdet üzere müsabaka öncesi gösteri yapar, rakiplerini ürkütmeye çalışırlar. Kafasıyla kaya kıranlar mı ararsınız, avuç avuç kor yutanları mı? Deve taşıyanlar, zincir koparanlar, sini yırtanlar... Bir ara genç şairin ağır ağır meydana girdiği görülür ki uzunca boyuna, geniş omuzlarına bakılırsa boş değildir. Yaşlılar "Evet, o iyi bir hatip ve fevkalade binici" derler, "iki elle kılıç kullandığını ve mükemmel bir silahşör olduğunu da biliyoruz ama güreş işi onu aşar. Şimdi kafasını koparıp eline tutuşturacaklar." O gün güreşleri seyredemeyenler çok şey kaçırırlar. Şairimiz dağ cüsseli pehlivanlar karşısında zorlanmaz. Bu insan azmanlarını kaldırıp kaldırıp yere vurur ve yine kürsüye çıkar. Ertesi sene de benzer şeyler olur. Sonrakinde yine... Ve gün gelir Ukaz'ın tadı kaçar. Eğer o varsa, kimse meydana çıkmaz. Mekkeliler "hatip o!" derler, "süvari o, pehlivan o, muharip o!" Peki kimdir o? Ömer'dir!.. Ama onu buralarda "Hattaboğlu" diye tanırlar. Kim Muhammed'i öldürürse! Kureyşli müşrikler Hazret-i Hamza'nın Müslüman olması ile korkunç bir panik yaşarlar. Dar-ül Nedve'de bir araya gelir, bu gidişe "dur" demenin çarelerini ararlar. Ebu Cehil, misli görülmemiş bir telaş ile "Kim Muhammed'i öldürürse 100 kızıl tüylü deve!" der ve ekler "ayrıca 40 bin dirhem gümüş!" Ebû Cehil her ne kadar ortaya konuşuyorsa da muhatabı Hattapoğlu Ömer'dir. Hoş, buna cesaret edebilecek başka biri yoktur zaten. Müşrikler anlaşmış gibi Ömer'in sırtını sıvazlar, kâh alkışlar, kâh yalvarırlar. Ömer'in "kim haklı, kim haksız" diye düşünecek vakti olmaz. Eteğine yapışan insanlar için bir şeyler yapması gerektiğine inanır ve kılıcını kuşanıp yola çıkar. Bu kararlı yürüyüş Hazret-i Nuaym'ın gözünden kaçmaz. Ömer'in maksadını anlar ve mani olabilmek için "Hayrola Ömer" diye laf atar, "böyle celalli celalli nereye?" -Kardeşi kardeşe düşman edenleri öldürmeye! -Zor iş! -Kolay olsa, bana vermezlerdi herhalde. -Eshabı, etrafında pervane gibi, ona yaklaşamazsın. Kaldı ki Abdülmuttaliboğulları bunu yanına koymaz. Kureyş ikiye bölünür ve kan davaları başlar. İnan Mekke bugünleri arar. -Ne biçim konuşuyorsun ya Nuaym? Yoksa sen de mi onlardansın? -Sadece ben mi? Hakikati gören herkes. Kız kardeşin ve enişten bile. -Hattaboğulları dedelerinin dininden dönmezler? -Sen öyle san. Zamanı gelmedi mi? Bu haber ünlü silahşörü çok kızdırır. Hemen kız kardeşinin evine koşar. O sıra Fatıma ile kocası Said (radıyallahu anhüm) Taha suresini okumaktadırlar. Ömer kapı önünde durur. Bir süre bunları dinler ve aniden içeri girip Said'in yakasından tutar. Fatıma araya girmek ister ama kız kardeşinin yüzüne öyle müthiş bir tokat aşkeder ki sesi duvarlarda çınlar. Bu darbe değme yiğitleri susturacak kadar güçlüdür ancak o elif endamlı kızcağız fırlayıp karşısına çıkar. Gözlerinde ne korkudan eser vardır, ne de zerre kadar kin. Ağzından sızan kanı elinin tersine siler ve şefkat dolu bir sesle "Allah'tan utan ağabey" der, "n'olur ayetleri duy artık, mucizeleri gör ve hakikate gel!" Ömer bir tuhaf olur. Utanç ile pişmanlık arasında gidip gelmeye başlar. Yüzü kor olur yanar, yüreğini bir sıcaklık basar. Bunu yapmayacaktır işte, gül yüzlü Fatıma'ya vurmayacaktır. Hay eli kırılsa da... Ama onu asıl şaşırtan kulağına çarpan ayetler olur. Evet kendisi de ediptir ama böylesini yazamaz. Peki o yazamazsa kim yazar? Hiç kimse! Öyleyse...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.