Dervişle Sultan

A -
A +
Halife Harun Reşid ile Behlül Dânâ öz kardeş midir, süt kardeş midir, bilmiyoruz ama ahıret kardeşi oldukları ortada... Muhammed Mehdi oğlu Harun, Rey'de doğar (H. 148), onu bilge bir vezir olan Halid bin Bermek'in oğlu Yahya'nın terbiyesine bırakırlar. Şehzade fevkalade bir eğitimden geçer, ne veriliyorsa alır, emekler zayi olmaz. Zaten Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) amcası Abbas Bin Abdülmuttalib'in (radıyallahu anh) soyundan gelir ki o güzel dedelerine uymaya çabalar. Dersler sadece nazari değildir, Bizans üzerine yaptığı seferde komutanlık üzerine de çok şey kapar. Zekidir, uyanıktır, adeta rakiplerinin zihnindekileri okur, tuzakları koklar. Roma gibi köklü bir devlete kök söktürür, bir anda İstanbul önlerine dayanırlar. Evet, şehri alamaz ama taviz koparırlar. Tahta çıktığında bebek simalı bir delikanlıdır, halk "bu daha reşid olmamış" dedikleri için adının yanına "Reşid" kelimesini ekleme ihtiyacı duyar. Harun Reşid salahiyeti paylaşmasını bilir, hocası Yahya Bermeki'yi kendine vezir edinir. Vilayetleri küçültür, merkezi ufaltır, valilerini yetkili kılar. İstişareyi sever bu yüzden işleri divanda bitirmeye bakar. Müdahale imkanı olmadığı için Mağrip'de (Fas'ta) İdrisiler'le, Afrikiyye'de (Tunus'ta) Ağlebiler'le takışmaz. Yönetimi güçlü ailelere bırakır, aldığı vergiye bakar. İşi ehline İşi ehline verir, meselâ İmam-ı Azam hazretlerinin talebesi İmam-ı Yusuf'u (rahmetullahi aleyh) kadı-ül kudat (baş kadı) yapar. Devlet işleri tıkır tıkır yürür, o da bürokrasiye boğulmaz. Sanata, edebiyata vakit ayırır, hadiselere daha tepeden, daha berrak bakma imkanı yakalar. Harun Reşid, ilme sanata pek meraklıdır, bu yüzden dünyanın en gözde alimleri, en ünlü sanatkarlarını Bağdat'ta ağırlar. Şair Ebu Nüvas, lisancı Ebu Ubeyde, tarihçi Vakidi, nahivci Sibeveyh, kıraat alimi Selim el Mukri ile evliyanın büyüklerinden Fudayl bin Iyad şehri renklendirir ve nurlandırırlar. Halk mutlu ve müreffehtir, devleti halkının hizmetçisi yapar. Gücü yerindedir, Bizans fitne kaynatınca anında Anadolu'ya girer, Ankara'ya varırlar. Kraliçe İren felaket panikler, önüne ne konursa imzalar. Nikeforos imparator olunca anlaşmayı tanımaz. Onu da ezer, vergilerin miktarını artırırlar. Harun Reşid iki yüzlü Bizansı bunaltırken, Frank Kralı Şarlman'ın "Kudüs'ü ziyaret talebini" mâkul karşılar. Ona emsalsiz hediyeler yollar, ki bunlar içinde yer alan çalar saati görenler şaşı olurlar. Zikrolunan saatin her saat başı kapakları açılır ve saat adeti kadar kuş çıkıp şakırdar. Düşünün o devir Avrupalıları sazdan kulübelerde yaşarlar. Belki bu yüzden Bağdat'ı masallaştırır, işin içine uçan halılar, camdan saraylar katarlar. Medinetü's-selâm Doğrusu Bağdat bir masal şehridir, 20 yılda 20 misli büyüyen ve nüfusu iki milyona yaklaşan kentte her ırktan, her meşrepten insan yaşar. Belki bu yüzden adı "Medinetü's-selam"a (huzur şehrine) çıkar. Bağdat Hilafet merkezidir, simgedir. İslam düşmanları kente girerek, medeniyetimizi yıkacaklarını sanırlar. Hülagu şehri yaksa da o rengi, o kokuyu kazıyamaz. Harun Reşid bir sene hacca gider, bir sene sefere çıkar. Günde yüz rekat namaz kılar. Cömerttir, hatiptir, mütevazıdır misafirlerin eline bizzat su dökmekten şeref duyar. Sarayını herkese ama hususiyetle ariflere ve fadıllara açar. Bir ara İmam-ı Malik hazretlerine "Senin kitaplarını çoğaltıp her yere göndereceğim ve herkese uymalarını emredeceğim" deyince; "Ya Halife! Böyle yapma, alimler arasındaki fark, Allahü tealanın rahmetidir" cevabını alır ve dört hak mezhep arasındaki farkın hikmetini anlar. Onun döneminde Müslüman tüccarlar Çin ve İskandinavya'ya kadar gider, üç kıtayı harmanlarlar. Hazine altınla dolar, şehirleri cami, mescid, ribat ve sebillerle donatırlar. Hastahaneler, aşhaneler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar... Harun Reşid'in hanımı Zübeyde cömertliğin kitabını yazar. Hicaz yoluna sayısız sarnıç yaptırır, Mekke'ye 40 km uzaktan su akıtır, kurdu kuşu suya kandırmaya bakar. Bir gün Bağdat'ta... Bir gün Harun Reşid Bağdat'ta... Ne kadar alışıldık bir girizgah... Neden Samarrra, Musul, Basra değil de Bağdat? Hem niye Mansur, Memun, Mutasım değil de Harun? Anlatalım. Ama masal tadında... Kaf dağının ardında mı Kef nehrinin kenarında mı bilmiyoruz. Hükümdar Şehriyar, Hind'de Sind'de belki de Çin-ü Maçin'de ferman okutmaktadır. Bir kez ihanete uğradığı için kadınlardan hiiiç hoşlanmaz. Ama evlenmeden de duramaz. Bağdat'tan getirdiği Bilge vezirinden kendisine bir kız bulmasını ister, akşam düğün dernek yapar, sabah cellada yollar. Emir demiri keser, lâkin iyi yürekli vezir ölümüne sebep olduğu fidan boylular yüzünden per perişandır. Bir gün büyük kızı Şehrazad "beni hükümdarla evlendirsene" der, "gör bak neler yapacağım ona!" Vezir kızına güvenir, elceğizi ile evlendirir, saraya uğurlar. Ertesi sabah bakar kızı sağ ve sağlam. Sonraki günlere de diri çıkar... Meğer kurnaz Şehriyar sultana meraklı hikâyeler anlatmaktadır. En heyecanlı yerinde kesmekte ve "arkası yarın" deyip noktayı koymaktadır. Hikâyenin sonunu merak eden Sultan da hanımının infazını bir sonraki güne atar. İyi de Şehrazad'da hikaye bitmez ki... Biraz da kardeşi Dünyazad'ın yardımı ile daldan dala geçer, mevzudan mevzuya konar. Doğrusu Bağdat'ın engin kültürüyle yetişen kızcağız doludur, anlatır da anlatır. Aradan tam bin gün geçer ve birbirinden şirin üç oğulcukları doğar. Bu arada menkıbeler hükümdarın kalbini yumuşatmış, kıssalardan hisse almaya, hikmet derlemeye başlamıştır. Artık karısına kıyacak değildir, velev ki menkıbe anlatmasa da... Şehrazad hikayeleri tam bin tane, hadiseyi de bir hikaye sayarsanız rakam binbire çıkar. Arifler (hassaten Ferideddin Attâr) bu hikayeleri toplar, belki de böyle bir kılıfa sarıp sunarlar. Bilirsiniz İslam aleminde Kelile ve Dinme, Bostan ile Gülistan tarzı kitaplar çok okunurlar. Sonra Muhammed el Gahşigar adlı bir meddah Arapça'ya tercüme eder (Elf-i Leyle) ve elbette evvelce yazılmış olan Hazar Afsane'den (Bin Efsane) alıntılar yapar. Antoine Galland "The Arabian Nights" adıyla çevirdiği hikayelere Alaaddin'in Lambası ve Ali Baba ve Kırk Haramileri de katar, kendince şekil yapar. Bu hikâyeler değişik şahıslar arasında geçer ama özellikle ikisi öne çıkar. Harun Reşid ve Behlül Dânâ (Rahmetullahi aleyh)... Harun bildiğiniz gibi sultandır, Behlül ise dünya saltanatına gülüp geçen, elinin tersiyle iten bir sultan... Bayramlık tadında... Behlül Dânâ bir gün yaşlı bir kadının ocağını yakmaya çalışmış bu arada küle ise bulanmıştır. Tam o sıra Harun Reşid çıkıp gelmesin mi? Yanındaki gevezelerden biri laf atar. "Ateşle ne uğraşıyorsun, cehennemden alıp getirsen ya!" -Cehennemde ateş ne arar, günahkarlar buradan götürüyorlar. *** Bir gün Sultan "Nerelerde bu Behlül" der, "bulun getirin bana!" Adamları onu mezarlıkta uyurken bulurlar, koluna girdikleri gibi huzura çıkarırlar. Hazret-i Behlül "acelen neydi" der "ne güzel bir rüya görüyordum adamların uyandırdılar." -Ne görüyordun? -Meğer ben sultanmışım, saraylar, sofralar, cins atlar... -Canım rüyadaki sultanlık neye yarar? -Benimki neyse, gözümü açtım uyandım. Sen ise gözünü yumunca uyanacaksın. Tahtından saltanatından olacaksın! *** Gün kararırken Behlül'ü kabristanda gördüler. Sordular "korkmuyor musun?" -Bana eziyet vermeyenlerin yanındayım, gıybetimi yapmayanların yanında. İnan bunlar sağlardan daha eminler. Kimseye ilişmez, dokunmazlar! *** Bir gün Harun Reşid kesin konuşur. "Madem kardeşiz, sarayda yaşayacaksın. Beni mahçup etmeye ne hakkın var? Gel katıl artık aramıza! -Bilmem. Sormam lazım. -Git kime soracaksan sor ve acil cevabını bildir bana! Behlül abdesthaneye girip çıkar. Ve cevabını verir "Hayır ve asla!" -Kime sordun? -Necasetlere -Anlayamadım? -Bana lisan-ı hal ile dediler ki bir zamanlar biz nefis kebaplar, körpe meyvelerdik. İnsanların içine girdik bu hale geldik. Bari sen kaç, bizim gibi olma! *** Behlül Dânâ Hazretleri bir gün tahtı boş bulur, oturur. Muhafızlar yaka paça indirir, azıcık da canını yakarlar. Bunun üzerine çok ağlar. Harun Reşid adamları adına özür diler ve "affet" der, "bir hata yapmışlar." Ben ona değil, sana ağlıyorum. Bak bir lahza oturdum bunca dayak yedim, yıllarca oturanı kim bilir nasıl hırpalarlar. *** Harun Reşid bir Ramazan akşamı Behlül'e tembihler "Ulu camiye git, namaza gelenleri çağır iftara!" Behlül namazını kılar, ardına sadece üç beş kişi takar. Harun sorar "hani bu cemaat?" -Siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri çağır dediniz. Çıkanlara hocanın hangi sureleri okuduğunu sordum, bunlar bildi ancak! *** Bir gün çerden çöpten bir şeyler kurar, Halife'nin hanımı Zübeyde sorar "N'apıyorsun" - Cennet köşkü yapıyorum. - O köşkü bana satar mısın? - Satarım/- Ne kadar?/- Bir dinar - Al sana bir dinar. Alır ve aldığı gibi bir fakire uzatır. (Köşkün hikmeti buradadır aslında) O gece Harun Reşid ve hanımı, rüyalarında kendilerini cennette görürler. Zübeyde Hanım gayet göz alıcı bir köşkte dolanmaktadır. Harun Reşid imrenir ve sorar "sen bu köşke nasıl malik oldun?" -Dün bir akçeye Behlül'den satın almıştım. Sabah olur, Harun Reşid, Behlül Dânâ'yı çağırtır "Dün yengene sattığın köşkten bir tane daha yapsana. Al sana bir dinar." - Senden bin dinar da alsam az. - Niye Zübeyde'ye bir dinara yapmadın mı? - O bana rüyayı görmeden inanmıştı ama... *** Bir gün Harun Reşid vazife verir. Hazret-i Behlül çarşı pazar ağalığı (zabıta gibi bir şey) yapacak. Mübarek hemen işe koyulur, ilk fırına girer, ekmekleri tartar. Alayı noksan. Fırıncıya sorar "Hayatından memnun musun?" "Nerdeee... Masraflar ağır, afetler, hastalıklar, ağzımızın tadı mı var?" Ahlar, vahlar.. Behlül gidip vazifeyi bırakır. Harun Reşid şaşkındır: "Hayrola!" - Meğer ekmekler de tartılmış vicdanlarda. Herkes hesabını ödüyor, bana ne lüzum var? *** Arafattalar. İnsanlar Cebel-i Rahme eteklerinde ağlaşıyorlar. Hazret-i Behlül, Harun'a döner, "görüyor musun" der, "müminler hesap gününden nasıl korkuyorlar. Halbuki senden hem kendi nefsinin, hem de bütün bu insanların hesabını soracaklar!" *** Adamın biri Behlül Dânâ'ya gelip danışır: "Biricik oğlum öldü, kabir taşına ne yazayım?" "Dün altında olan çimenler / Bugün üstünde yeşerdiler / Ey yolcu anla ki şu toprak / Her şeyi örter, günahlardan başka!" *** Harun Reşid, ava meraklıdır, bir keresinde nasıl iyi bir atıcı olduğunu ispatlamak için Hazret-i Behlül'ü de sürükler ardınca... Tam önlerine iri bir kuş konar, Harun yayını gerer atar. Iska... Behlül "tam isabet" der, "yani kuşun hayatı açısından!" *** Harun Reşid bir gün Hurma fidanı diken bir ihtiyara takılır. "Bu diktiğin fidanları ne zamana büyüyecek de meyveye duracak?" / "Kim bilir? Biz bizden öncekilerin diktiği ağaçların meyvelerini yiyoruz ya." Cevap Harun Reşid'in hoşuna gider ve ana bir kese altın verir. Hazret-i Behlül "İşte" der, "meyve vermeye başladılar!" *** Halife Harun Reşid hacdan dönmektedir Kufe civarında Behlül'e rastlar. Selamlaşırlar. Yüreği güzel hislerle doludur, kardeşinden bir nasihat vermesini arzular. Hazret-i Behlül bir köşkleri keşaneleri, bir kabristanı gösterir. Adeta "işte nasihat" der, anlayana.... *** Bir ara kıtlık olur. Halife gelip rica eder: "Senin duan müstecaptır, ellerin açsan da Allahü tealadan bolluk bereket istesen ya!" -O işe asla karışmam... Eğer bir buğday bir dinar dahi olsa... *** Bir de bacağından asılan koyun hikayesi var ki, onu zaten biliyorsunuz. Bilmeyenler mi? Bilenlerden sorsunlar.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.