Dîvâne sen değil bizmişiz

A -
A +
II. ABDÜLHAMİD HAN'A SALDIRANLAR ANCAK ÖLÜNCE KIYMET BİLİR! "Pâdişâh, hem zâlim hem deli dedik; /İhtilâle kıyam etmeli dedik; / Şeytan ne dediyse biz "belî" dedik; / Çalıştık fitnenin intibahına..." Rıza Tevfik Bölükbaşı Dîvâne sen değil bizmişizAbdülhamid Han Abdülhamid Hanın hâl edildikten sonra Selanik'e götürüldüğünü, Allatini adlı bir un tüccarının evine kapatıldığını anlatmış ve bir mim koymuştuk geçen hafta... Koca sultan Allatini kasrında dış dünyadan tecrit edilir, olup bitenden haberi olmaz. Görüşebildiği insanlar da inadına ketumdur, lütfedip tek kelime konuşmazlar. Eh gazete ve dergi de gelmediğine göre... Bak, bak duvar. Bir gün musahibi Ali Muhsin Efendi hatıralarınızı niye yazmıyorsunuz diye sorar. - Hiç düşünmedim, yazdırırlar mı acaba? - Siz anlatın ben yazayım o zaman. - Bak bu olabilir pekala. Bir süre sonra Ali Muhsin Bey görünmez olur, adamcağızı buharlaştırırlar. Merak edip sorar, itikâfa girdi derler. İtikafmış... İşleri güçleri yalan! Meğer hatırat yazdığını anlamış, köşkün mahzenine kapamışlar. Sultan bir gün Komutan Rasim Beyi sıkıştırır. "Naptınız adama?" -Hatıralarınızı yazıyormuş -İyi de ne var bunda? -Yasak! -Peki ben yazsam? Hiç tavsiye etmem gibilerinden bakar, belli ki başını ağrıtırlar. OLACAK İŞ Mİ? Diyelim, seçime gireceksiniz, sizi ezsinler diye karşınızdaki partileri birleştirir misiniz? Ama ittihatçı kafası buna basmaz. Tutar "Kiliseler Kanunu" diye bir ucubeye imza atarlar. Sırp, Sloven, Hırvat, Rum, Romen, Bulgarlar arasında sulh sağlarlar. Daha evvel Balkanlardaki kiliseler ekseri Yunanlıların elindedir, Rumlar postu kiliseye yayar, emlakını göstere göstere kullanılırlar. Bu keyfiyet diğerlerinin canını sıkar. Çıkarılan kanununa göre o havalide çoğunluk kimde ise kilise onların olacak, diğerlerine de en çok iki yıl içinde "devlet eliyle" yeni bir kilise yapılacaktır. O yıllarda İngiliz boyunduruğu altında yaşayan Hindistan'ın 250 milyon nüfusu vardır ama parlamentoda bir tek Hintli mebus bulunmaz. Bizim meşrutiyetimiz ise azınlık panayırıdır, meclise onlar yön verir, istedikleri kanunu çıkarırlar. Balkanlar kısa sürede süt liman olur Sırbı, Karadağlısı, Bulgarı, Yunanı ittifak yapar Rus desteği ile silahlanıp ayaklanırlar. İttihatçıların en iyi bildikleri şey darbeciliktir, iş vatan korumaya geldi mi teklemeye başlarlar. Asırlardır Türk'e yurt olan şehirler birer birer elden çıkar, gün gelir, Selanik önlerine dayanırlar. Bir gece Abdülhamid Hanın kapısı dövülür. "Kalkın gidiyoruz" derler telaşla. - Niye, nereye? - Şehir düştü düşecek, kaçmamız gerek. Kaçmak ha! Tabire bak! BANA BİR TÜFEK VERİN! Abdülhamid Han o eşsiz zekası ile bunların kilise anlaşmazlığını çözdüklerini anlar. Selanik öyle kolay ele geçirilecek bir şehir değildir, 30 bin tam donanımlı askerle korunur, cephaneler doludur. Müstahkem mevziler, tabyalar... Hem havali İstanbul'un kapısı sayılır, savaş burada kabul edilmezse doğuya kayar. Ulu Hakan "ben bir yere gitmiyorum" der, "verin bir tüfek, asker evlatlarımla savaşayım omuz omuza!" Hane halkı da aynı fikirdedir, üstlerine düşeni yapmaya hazırdırlar. Abdülhamid Hanın bir ara benzi sararır, zemin sanki ayağının altından kayar. Şuuru bulanır, acıyla mırıldanmaya başlar "benim buradan ancak cenazem çıkar!" İyi de ona fikrini soran yoktur ki. Beyler itiraz istemez, sadece buyruk yağdırırlar. Onları bir Alman teknesine atar, alel acele Beylerbeyi sarayına yanaşırlar. Boğaz köprüsünden geçerken kuş bakışı gördüğünüz kasrın geniş, ferah, aydınlık odaları da vardır ama sabık sultanı arka tarafta karanlık, rutubetli bir izbeye tıkarlar. İçeride kesif bir küf kokusu... Duvarlar sırılsıklam! MİRASYEDİ GİBİ Sanırım Selanik'i merak ediyorsunuz. Ne yazık ki İttihatçılar koca şehri tek mermi atmadan teslim eder, yöre Müslümanlarını sahipsiz bırakırlar. Yıkılan medreseler, yakılan camiler, kırılan mezar taşları... Ve kanlı katillerin önüne atılan kalabalıklar... Göç, göç, göç! Balkan Müslümanları Anadolu yollarına düşer, akıbeti meçhul bir sefere çıkarlar. İstanbul da eski İstanbul değildir artık, ittihatçılar halkı bezdirmiştir, rüşvet, ihtikar aşikar. Hükümete yakın isimler vagon ticaretinden yükü tutarlar. İstanbul efendileri yok olur, ortalığı arsız görgüsüz harp zenginleri kaplar. "İhtilal çocuklarını yer" derler ya Enverciler çift tarafı kesen ustura olur. Hem Mahmut Şevket Paşa'yı kurşunlar, hem de cinayeti bahane edip muhalifleri ipe yollarlar. Jön Türkler zamanında birbirlerini Abdülhamid Hana jurnallemişlerdir, bu dosyaların ortaya çıkması hiç de hoş olmaz. Sırf bu yüzden kundakçıları mesaiye yollar, Çırağanı, çıra gibi tutuştururlar. Abdülhamid Han görevi devraldığında 300 milyon lira borcumuz vardır. Ulu Hakan bunu 30 milyon liraya düşürmeyi başarır. Ancak ittihatçılar borcu beş yılda 350 milyon liraya çıkarırlar. Hazine tamtakır, kuru bakırdır. Maaşlar ödenemez, namerde el açmak zorunda kalırlar. Yavuz, Midilli bahsine hiç girmiyorum, böyle bir külü bebeler bile yutmaz. Devlet adamı dediğin kırk defa ölçer, bir kere biçer, yoğurdu üflemeye bakar. Halbuki Cihan Harbini hazırlayan sebeplerin hiçbiri bizim meselemiz değildir. Ne sömürgelerimiz vardır, ne de çelik imal ederiz. İnsafsız rekabet, daralan pazar payları bizi hiiiç ama hiç ırgalamaz. Abdülhamid Han savaşa şiddetle karşıdır, zira zafer kazanılsa bile memleket kurur, ordu yıpranır. Kaldı ki İngiltere gibi denizci bir millet varken Almanya'nın yanında durmak akla mantığa sığmaz. İttihatçılar içinde İngiliz ve Fransız yanlıları da az değildir, ancak Enver Paşa baskın çıkar, koca imparatorluğu maceraya atar. Neymiş Efendim Berlin-Bosphorus-Bağdat-Bombay hattı kuracak taa Hindistan'a uzanacaklarmış. Bilahare Bakü, Belgrad, Basra! Ne kadar "B"li şehir varsa selam duracak. Evet müttefikler Çanakkale'de takılır ama bu bize çok pahalıya patlar. Ölen çocuklarımız ekseriyetle yedek subaydır. Ya mimar, mühendis, muallimdir ya hekim, kimyager, baytar... Abdülhamid Hanın otuz küsür yıldır emek verdiği, üzerlerine titrediği nesil heba olur. Sanayi devrimi hayaldir bu saatten sonra. İttihatçilerin iki ortak paydaları vardır. Biiir Osmanlı düşmanlığı, ikiii Mehmetçiği kolay harcamaları... Türkün çocuğuna değer vermez, el kadar sabileri süngü hücumuna kaldırır, mitralyöz üzerine yollarlar. Tiril tiril Yemen kıyafetleri ile karda kışta Allahuekber dağlarına çıkarılanlar ana baba kuzusu değil midir Allah aşkına? İyi de Liman Von Sanders'in umurunda mı? Adamın derdi Rus'u İngiliz'i Anadolu'da oyalamak. Savaş ne kadar uzarsa ve kanlı olursa Almanya'ya o kadar yarar. MEĞER Kİ GEÇMİŞ OLA... İşler sarpa sarınca bazıları Abdülhamid Hanı anlamaya başlar. Mesela Talât Paşa şimşekleri çekmeyi göze alır, Ulu Hakanın kapısını çalar. Doğrusunu isterseniz hürmetkâr davranır. Muharebeler hakkında malumat verir, Payitahtı Konya'ya taşımayı düşündüklerini fısıldar. Ne demek Payitahtı taşımak? Abdülhamid Han nasıl kızar anlatılamaz. "Hayır!" der, "Ben Bizans İmparatoru Kostantin'den daha az haysiyetli değilim!" Öyle ya vatan dediğin canla kanla müdafaa edilir. Selanik'ten çıkmak zorunda kalmıştır ama İstanbul'dan ayrılmayacaktır!.. Koca Sultan sinirden kül kesilir, beti benzi atar. Talat Paşa, "sadece ihtimallerden bahsediyorum" deyip havayı yumuşatır, bizzat eliyle lavanta suyu sunar. Ve dokuz sütuna manşetlik bir cevap "Benim için öyle bir ihtimal yok!.. Asla da olmayacak!" Ziyaretçiler arasına Enver Paşa da katılır. Tavrı askercedir, fevkalade saygılıdır. Mahçuptur, konuşurken, önüne bakar. Sultan bu güçlü ismi yakinen tetkik eder, yeğeni Naciye Sultan'la evlidir, ki bir şekilde akrabadırlar. Evet, gençtir, yakışıklıdır, ağır başlıdır ancak onu biraz hadidülmizâc (öfkeli) ve muhteris bulur, nedense Hüseyin Avni Paşa'yı hatırlatır ona. BA'DE HARAB'ÜL BASRA... Savaşın sadece cephede değil masada da kazanılması gerektiğini bilmeyen bu çocuğun Harbiye Nazırlığı gibi ciddi bir makamı elinde tutması tuhaftır. Haydi bir birliğin başında olsa tamam... Nitekim Çanakkale sarhoşluğu tez biter ve değişik cephelerden mağlubiyet haberleri yağmaya başlar. Zamanla derin fikir ayrılıkları zuhur eder, Talat Paşa ile Enver Paşa arasındaki çekişme ayyuka çıkar. Enver Bey bir gün yine gelir. Savaşın safhalarını kısaca hülâsa edip, düşmanın nasıl güçlü olduğunu anlatır, üstü kapalı da olsa akıl sorar... Hey mübarek bunu yıllar evvel yapsan ya... Basra harap olduktan sonra! Abdülhamid Hanın "şimdi mi anladın" deyip azarlaması gerekir ama o karşısındakini kıramaz. Tecrübelerini paylaşmaya gelince konuşmak boşunadır, zira Enver Paşayı iş yapabilecek kıratta bulmaz. Fırtınaya tutulmuş bir geminin yolcusuna, telsizle süvarilik öğretilir mi? Bir kere istihbarat sağlıklı akmaz, harp ciddi iştir, dedikodular üzerinden hesap yapılmaz. Vah ki vah! Bu acemiler elmalarla armutları toplamaktadırlar. Ulu Hakan "Şevketmeap biraderim bu işleri bizden iyi bilirler" der bahsi kapar. Yine de içine sinmez "münferit sulh aramanın devletin hayrına olacağını" söylemeden yapamaz. Sulh ha! Enver Paşa nasırına basılmış gibi irkilir, itiraz damarı kabarır bir anda. Abdülhamid Han, Talat Paşa'ya bir şeyler anlatılabileceğine inanır ama ona asla! Yapılacak tek şey kalmıştır. Seccadeyi yaymak, Allahü tealaya sığınmak. Makamı âlâ olsun Ulu Hakan 91 yıl önce böylesi bir Şubat günü Cenab-ı Hakkın rahmetine kavuşur. Kurtulur şu deni dünyadan... Eğer zamanında ezip geçtiği üç kuruşluk Yunan'ın Anadolu'yu işgal ettiğini görecek olsa... Nasıl da yıkılırdı ama... İzin vermedim! Hamd ederim! Abdülhamid Han Şazeli Şeyhi Mahmud Ebuşşamat'a azlediliş sebebini bakın nasıl açıklıyor: "....şu mühim meseleyi zat-ı reşadetpenahilerine ve emsali ukulü selim sahiplerine tarihî bir emanet olarak arz ederim ki, ben Hilâfet-i İslâmiyeyi hiçbir sebeple terk etmedim. "Jön Türk" ismiyle mâruf ve meşhur olan İttihat Cemiyeti'nin rüesasının tazyik ve tehdidiyle terke mecbur edildim. Bu ittihatçılar, Arazi-i Mukaddese ve Filistin'de Yahudiler için bir vatan-ı kavmî kabul ve tasdik etmem için ısrarcıydılar. Bilâhare yüzelli milyon altun İngiliz lirası vereceklerini vaad ettiler. Kendilerine "değil yüzelli milyon, dünya dolusu altun verseniz bu teklifinizi kabul etmem! Ben otuz seneden fazla bir müddetle Ümmet-i Muhammede hizmet ettim. Bütün Müslümanların ve salatin ve Hulefa-i İslâmiyeden aba ve ecdadımın sahifelerini karartmam" diye kat'î cevap verdim. Onlar da hal'imde ittifak ettiler. Ve beni Selanik'e gönderdiler. Devlet-i Osmaniyye ve Alem-i İslâm'a leke sürdürmediğim için olanlar oldu. Bundan dolayı Mevlâ-yı Müteal Hazretlerine hamd ederim." 27 Nisan 1909 Dîvâne sen değil bizmişizSultan II. Abdülhamid Han cuma selâmlığında. Pişmanlık neye yarar ....Târihler adını andığı zaman; Sana hak verecek ey koca Sultan! Bizdik utanmadan iftira atan; Asrın en siyâsî Pâdişâhına!.. * * * Pâdişâh hem zâlim hem deli dedik; İhtilâle kıyam etmeli dedik; Şeytan ne dediyse biz "belî" dedik; Çalıştık fitnenin intibahına... * * * Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz; Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz; Sâde deli değil, edebsizmişiz; Tükürdük atalar kıblegâhına!.. Nerdesin şevketli Abdülhamîd Han? Feryadım varır mı bârigâhına? cümlesi ile başlayan bu şiir hayli uzun, lakin tamamını aktarmak beni aşar. Cesur olmak gerek, en az Filozof Rıza kadar... Nadimlerden biri de Süleyman Nazif'tir: "Padişahım gelmemişken yada biz, İşte geldik senden istimdada biz, Öldürürler başlasak feryada biz, Hasret olduk eski istibdada biz" der, adeta tövbesini açıklar. Ulu Hakan, Rumu, Ermeniyi, Yahudiyi, hatta Masonları ve İttihatçıları bir şekilde çözer, gelgelelim İslam adına çıkan muarızlarını anlayamaz. Acı ama onu en fazla "dost bildikleri" hırpalar.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.