Garip geldi garip gitti Ebû Zer-i Gıfârî

A -
A +

Müminlerin Tebük Seferine koştuğu demler... Gıfârlı Ebû Zer, orduya güç katmak için bir deve edinmek ister. Bedeviler ona yaşlı ve yorgun bir hayvan verirler, zira parası o kadarına yeter. Yola hep birlikte çıkarlar ama garip mücahid devesini boşuna dehler. Yularından çeker, semerinden iter "ı ıh!" Eğer bu kaplumbağa hızıyla ilerleyen hayvanın keyfine kaldıysa çok bekler. Belki de meydana vardığında gaza bitmiş olacak, Allah'ın Resûlü ile yan yana savaşma şerefinden mahrum kalacaktır! O telaşla devesinden iner, hayvanı ilk gördüğü çayıra salar, eşyasını sırtına vurduğu gibi yola düşer. Orduya kan ter içinde yetişir ve ilk molada bir kuytucuğa çöker. Efendimiz (Aleyhisselatü vesselâm) tek başına yolculuk eden ve tek başına konaklayan garip sahabesine bakar, bakar ve "Allahü teâlâ Ebû Zer'e rahmet eylesin" buyururlar, "O yalnız yaşadı, yalnız ölecek ve yalnız haşrolunacak!" Ebu Zer, fakr-u zaruret içinde yaşar ama dünyaya dönüp bakmaz. İşte bu yüzden onu "Mesih-ül İslâm" lâkabıyla anarlar. Efendimizle sırdaş Ebû Zer ilim öğrenme hususunda çok gayretlidir ve aklına takılanları bizzat Resulullah'a sorar. Server-i âlem onu yanlarına oturtur, kimsenin duymadığı, bilmediği şeyleri anlatırlar. Bu hususi sohbetler gece yarılarına kadar uzar, garip sırdaşları için "Dünyaya Ebû Zer'den sadık kimse gelmedi" buyururlar. Resulullah Efendimiz son nefeslerinde garip dostunu çağırır evladından ayrılır gibi vedalaşırlar. Ebû Zer-i Gıfârî, Server-i Kâinat'ın vefatı ile çok mahzun olur. Her sokakta onun kokusunu duyar, her köşede onun simasını hatırlar. Yanık aşık hasretin böylesine dayanamaz, çeker çarıklarını uzak illere koşar. Her bahane ile Efendimiz'i anlatır, insanlara bir kelime öğretebilmek için kendini paralar. Ancak yeni neslin köşkler keşâneler yaptırmasına, seyisler, uşaklar çalıştırmasına dayanamaz. Uğraşır didinir ama müminleri kuşatan rehavet çemberini kıramaz. Neticede Medine'ye dönmekte karar kılar. Gelgelelim Medine de eski Medine değildir. Efendimizle yaşadığı saadet yıllarını çok arar. Ebû Zer "bu insanlar vakitlerini neden mescidlerde geçirmezler" diye hayıflanır, "hem neden dünyaya bu kadar dalarlar?" Mübarek sahabe "Acı da olsa hakkı söyle" hadis-i şerifine uyar, önüne geleni çevirip nasihata kalkar. "Malınızın iki ortağı vardır" buyurur, "biri afetler, diğeri çocuklar. Malından nasibi olan onu Allah yolunda harcar. En zor an kabre konulduğunuz an değil midir, insan malını zor anlar için saklar. Kabrin karanlığından korkan gecenin karanlığında namaz kılar, mahşerin hararetini düşünen, gündüzün sıcağında oruç tutar!" Hoş ona göre müminin ömrü oruç gibi olmalıdır, ölümü iftar!.. Gün gelir, insanları yolundan çevirip, "daha ne biriktiriyorsunuz" diye sormaya başlar, "yarına çıkacağınıza dair senediniz mi var? Hırsınızla yarışmayın, o size fark atar!" Lakin nasihat dinlemek nefse zor gelir. Onun hakkında Halifeye (Hazret-i Osman'a) şikayette bulunurlar. Osman-ı Zinnureyn "Seni iyi anlıyorum" buyurur, "lâkin kimseden, abid ve zahid olmasını isteyemeyiz ki? Takva zorlamakla olmaz, insanın içinden gelmeli!" Yaşadığı gibi ölür Yıllar evvel Resul-ü Ekrem, ona "Ya Ebâ Zer! Evler sel dağına ulaştığı zaman sen Medine'den ayrıl!" buyururlar. İşte o sözün hikmeti şimdi ortaya çıkar. Hazret-i Osman ona birkaç hayvan verir ve Rebeze denilen kuytu mevkiyi emrine açar. Garip sahabe taş taşır çamur karar, mütevazı bir mescid yapar. Ebû Zer, sevenlerine "gün deve gibidir" buyurur, "başını tutarsan bedeni sana tabi olur. Sabahleyin hayırla başlayan akşama kadar hayır yapar." Rebeze'de hayat zordur, ne meyve sebze gelir, ne de bir kervan uğrar. Vefakâr hanımı Ebû Zer'in yıpranan elbisesini "nasıl yenilesem" diye düşünedursun, mübarek "bize elbise değil, kefen lâzım" buyururlar. Onun boş konuşmadığını bilen hanımı telaşlanır. Öyle ya, eğer emr-i Hak vaki olursa onun namazını kim kılar, defnini kim yapar? Ama büyük sahabe rahattır, "cenazeme gelenleri aç aç yollamayalım" der koyunlardan birini keser. Hanımı da fırına ekmek sürer. Nitekim vadinin ortasında gölgeler uzar, beş on mümin onlara doğru yönelirler. Mübarek gelenleri görünce kıbleye döner "Bismillahi ve billahi ve âlâ milleti Resulullah" diyerek ruhunu teslim eder... Ya da... Bir rivayete göre de Rebeze'de bir müddet yaşadıktan sonra içine yine cihad sevdası düşer. Kutlu müjdeye mazhar olabilmek için orduya katılır, İstanbul önlerine gelirler. Sonrası soğuk hava, zorlu kuşatma ve elbiseleri ile gömülen şehitler... Ayvansaray'da ahşap bir mescid... Bahçesinde münzevi bir kabir. Doğrusu nedir bilemeyiz ama bir İstanbullu olarak "ikincisi" işimize gelir.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.