HABEŞİSTAN'DA PAZAROLA!

A -
A +
Addis Ababa'yı  mı gezelim, yoksa köy pazarını mı görmek istersiniz?
Tabii ki Addis... Alışveriş edeceğiz daha, eli boş dönmeyelim çoluk çocuğa. Ama diğerleri "köy" deyince yapacak şey kalmıyor, mecburen uyuyorum çoğunluğa. Ufaktan da söylenmiyor değilim, tafralı tafralı mırıldanıyorum "yaaa ne işimiz var orada?"
"Sen gel pişman olmayacaksın" diyorlar, boynumu büküyorum, başka çarem yok nasıl olsa. Adama'dan, İksiz'e  doğru gidiyoruz, şirin dereler çağlayanlar akıyor yolun iki yanında...
Kadınlar çamaşırlarını akarsuda yıkıyor, ipe asmak yerine atıveriyorlar çalıya.
Halbuki Habeşistan denince hep kum çölleri, çatlak çatlak topraklar geliyor insanın aklına.
Addis dünyanın en yüksek ikinci başkenti.  Rakımı iki bin civarında. Ne yazı sıcak, ne kışı soğuk, gecesiyle gündüzü arasında da büyük farklar olmuyor. Klima da istemiyor soba da...
Hal böyle olunca zümrüt zümrüt çayırlar, koyu koyu ormanlar uzanıyor yamaçlara. Evler ekseri sazdan, zemin elbette toprak.
ŞAMPİYON ADAYLARI
Az kaldı, ha şimdi, yok birazdan denilen pazar yeri saatlerimizi alıyor.  İksiz'e 10 kilometre kala yollar kalabalıklaşmaya başlıyor. İri adımlarla ve seri seri yürüyen yaşlılar görüyorum, koşan ama iyi koşan kızlar, delikanlılar. Başlarında tepsiler, kollarında sepetler, sırtlarında bohçalar.
Bidonları kapmış suya giden minikler ayrı vaka. Kaplarını kim bilir kaç kilometre öteden dolduracak, dökecek, dönecekler, hadi bakalım bi daha.
Eee dünya maraton şampiyonları neden bu coğrafyadan çıkıyor sanıyorsunuz? Habeşli çocukları sabah evlerinden servis almıyor, mektebi isterse Fizan'da olsun koşarak gidiyor, koşarak geliyor. Dağda bayırda yaşayanlar sırtlandan hızlı koşmak zorunda. Hani ayaklarında da ayakkabı olsa bari? Uyduruk terlikler, plastik sandaletler, yandan mandallılar.
Afrika ağaçları neden hep böyle şemsiye gibi diye soruyorum, gülüyorlar. Develer alttan altta kemiriyorlar da ondan.
Tarım yaygın, ancak makine uğramamış daha. Tarlalar hayvanla sürülüyor hala, karasaban dediğin eğri bir ağaç. Öküzlerin gücüyle toprağı deviriyor iki yana.
Döven de bilmiyorlar, mahsul yere yayılıyor, hayvanlar dolap beygiri gibi döndürülüyor, tahıl taneleri ezilen başaklardan kurtuluyor.
Sonra rüzgar bekliyorlar ki savrula, sap taneden ayrıla. Yorucu bir usul, mahsul de telef oluyor ayrıca.
İksiz öyle büyük bir yer değil ama bütün yolların kavşağında. Pazar kuruldu mu ahali dökülüyor buraya...
At beslemekten hoşlandıkları belli, bazı hayvanlar oynar gibi yan yan gidiyor, yürüyüşleri göz okşayıcı, rahvan dedikleri bu mu acaba?
Bu civarda semer eyer işi geçerli sanat. Koşum takımlarına allı morlu püsküller takıyorlar. Pazara iyice yaklaşıyoruz ne görsek iyi? Genişçe bir meydanda yüzlerce at, katır, merkep. Bir nevi otopark yani, hayvanı bırakıyorsun adam suyunu yemini veriyor,  istersen nallarını da değiştiriyor. On bin bakım, garanti kapsamında...
Yollar iyice kalabalıklaşıyor araba yürümez oluyor. Hani bayram sonrası İstanbul dönüşü nasıl olur, insanlar aynen öyle akıyor.


(AT)APARK
Ve giriyoruz İksiz'e, önce hayvan pazarını geziyoruz. Habeş sığırları küçük hörgüçleri ve iri boynuzları ile tanınıyor. Diri ve semizler, dört mevsim yaylada otluyorlar zira.
Pazarlıklar sakin geçiyor, hırslı değiller, eller kopasıya sallanmıyor, sesler yükselmiyor asla. Hayvan pazarının hemen yanında urgancılar, öyle ya sığırı aldın nasıl bağlayacaksın di mi ama?
Genç olsun yaşlı olsun herkesin elinde bir asa var, bu sadece yürümenizi kolaylaştırmıyor, kırda bayırda, silah oluyor icabında. Bu coğrafyada yabani hayvana rast gelebiliyorsunuz pekala....


KAÇ NUMARA DEĞİL KAÇ KİLO?
Ayakkabıcılarda çuvallar dolusu kara lastik. Sizin eski lastiklerinizi terazi ile tartıp geri alıyor, bakiyeden düşüyorlar. Evlerde mobilya olduğunu sanmıyorum, ancak yatak imalatı devam ediyor. Çuvalın içine sazları dolduruyor, sağına soluna üç beş dikiş atıyorlar tamam.

Yurdunun insanları
Bunca yıldır fotoğraf çekerim, böylesine zengin malzeme görmedim daha.  Deklanşöre basmaktan parmaklarım kopuyor, bu kalitede fotoğraflar önünüze kaç kere çıkar ki hayatta.
Tezgâhlar ortaya karışık, herkes ürettiğini satıyor. Demirci balta nacak yapmış getirmiş, semerci semerini, sabancı sabanını seriyor.
Sebze satışları öbek usulü, el terazi göz mizan, kantar baskül kullanmıyorlar.
Hepsinin de yüzünde bir ümit bir heyecan. İşi rast gelirse zerzavatını satacak da, üstüne başına bir şeyler alacak.
Ama bağıran çağıran yok, malını koyuyor, büküyor boynunu bekliyor. Çarşamba pazarına alışmış biri olarak beni şaşırtıyorlar.
Bazı bölgelerin insanları sert tabiatlıdır malum, fotoğraf çekemezsiniz, tepki koyarlar. Burada herkesin yüzü gülüyor. Çekiyorsun bakıyorsun olmadı, tekrar poz veriyorlar sabırla.
Yakışıklı bir delikanlı ile hanım hanımcık bir kız el ele. Biz dün evlendik diyorlar. Aaa ama çocuk bunlar. Yaşları 15- 16 anca. Fotoğraf makineme bakıyorlar, "resminizi çekeyim mi?" Damat omuzu değecek kadar hanımına yanaşıyor, kız mahcup oluyor kızarıyor. Bilmem yoksa elbisesinin pembesinden mi, yüzü al al yanıyor.
Ekrandan resimlerini gösteriyorum, çok beğeniyorlar. Mail adresiniz varsa, atabilirim?
Başlarını menfi menfi sallıyorlar. Ne bilgisayar ne internet. Belki köylerinde elektrik bile bulunmuyor. 
Ah benim sonradan gelen aklım. Ulen versene şunlara beş on dolar, düğün hediyesi diye sıkıştır avuçlarına.
Pazarda hep gülen insanlarla karşılaşıyorum, el sallayanlar, selam yollayanlar. Demek ki mutluluk gayri safi milli hasılayla ilgili bir mevzu değil, parayla saadet olmuyor.
 Ayakkabı temizleyen çocuklarda ne boya var ne cila. Bezlerini konserve kutusundaki suya sokuyor bir güzel siliyorlar.  Parlıyor mu? Parlıyor be, ağzı yüzü değişiveriyor bir anda. Ücret üç kuruş bedavadan ucuza. Amaaan yola çıkınca toza bulanacak değil mi nasıl olsa...
Lokantaların cephelerinde "Ayyıldızlar" görüyoruz, bu "biz Müslümanız yemeklerimiz helal" manasına geliyor.
Çocuklar çikolata bisküvi bilmiyor ellerine bilek kalınlığında bir şeker kamışı geçirdiler mi değmeyin keyiflerine. Büyük bir zevkle kemiriyorlar. Bilmem belki de dişleri o yüzden sıhhatli, yoksa akşam sabah fırçaladıklarını sanmam.
Habeş kahvesinin dünya çapında bir ünü var ama bizim gibi iki taşım pişirmiyor aksine çay gibi demliyorlar.  Pazar yerinde sayısız mangal görüyorum minik güğümler takır takır kaynıyor. Tadı zevkinize uyar mı bilmem ama çok güzel kokuyor.
Eskiden biz de tavukları pazardan alırdık, aynen onlar gibi göğsünü yoklar besili olup olmadığına bakardık. Sepet sepet yumurta, saman içinde arardık.
Terzilerin itibarı yerinde, elbiseler şişirme de olsa büyük bir ciddiyetle basıyorlar pedala.
Derken bir ezan sesi.  Pazara sükut düşüyor, ezanı saygıyla dinleyip mescide yöneliyorlar.
Şirin cami kalabalığı alası değil, seccadeler yayılıveriyor çayıra. 
Bunca yıldır fotoğraf çekerim, böylesine zengin malzeme görmedim daha.  Deklanşöre basmaktan parmaklarım kopuyor, bu kalitede fotoğraflar önünüze kaç kere çıkar ki hayatta.
Demek ki ne yapmak lazımmış?
İtiraz etmeyecekmişsin.
Bazen bırakacaksın akışa...

HER BAŞA AYNI TIRAŞ
Bilirsiniz "kafaya göre tıraş" diye bir tabir vardır. Burada berberler sultan, kafaya değil kafalarına göre yapıyorlar. Makine ile enseden dalıyor alından çıkıyorlar, herkes birbirine benziyor, adeta seri imalat.

BUYURUN ZÜCCACİYE REYONUNA
Siz tencere kulpu, çaydanlık sapı, gaz ocağı tamir ederek geçinen birini tanıyor musunuz? Habeşistan'da var, iyi de kazanıyorlar ayrıca.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.