Hindistan'ın güneşi Muînüddîn-i Çeşti

A -
A +

Seyyid Gıyâsüddîn Hasan çiftiyle çubuyuğla uğraşan sâlih ve müttekî bir biridir. Sırf bu yüzden Allah dostlarının çok olduğu Horasan ellerini mekan edinir. Çocuklarının da o velilere benzemesini çok ister ancak onların büyüdüklerini göremeden vefat eder. Efendim cenaze evi nasıl olur? Dostlar gelir gider, üç gün sonra işlerine dönerler. Devir, ıskat derken miras paylaştırılır, küçük oğluna da (Seyyid Muînüddîn) ufak tefek bir bağ düşer. İşte minik bahçıvan asmalarla salkımlarla uğraştığı günlerden birinde, yoldan geçmekte olan bir dervişi farkeder. Hemen koşar elini öper, gölge altına buyur eder. Altına döşek serer, sırtına yastık sürer. En iri taneli üzümleri koparıp, ikrâm eder. Fakat o mübarek (İbrâhim Kanduzî) meyvelerle ilgilenmez, koynundan kuru bir ekmek çıkarıp ona uzatır. Seyyid Muînüddîn ekmek parçasını ağzına koyar koymaz bir hoş olur. Dünyâdan da dünyalıktan da soğur, muhabbet-i ilâhî ile yanmaya başlar. Aşk veliyi gezdirir Yaşı henüz 11'dir ama tarla tapan neyi varsa fukaraya dağıtır, koşup Horasan medreselerine kapılanır. Burada kaç yıl kalır bilmiyoruz ama Kuran-ı kerimi ezberler ve astronomiden gramere onlarca ilimden hisse alır. Evet bu ciddi tedrisat ona çok şey kazandırır ama yetmez şimdi kabuğu aşıp öze dalmalı, zarfı açıp mazrufa bakmalıdır. Mesela Bağdat'a gitmeli, velilerin dizi dibinde oturmalıdır. Bu niyetle yola çıkar ama nasibi Hârun kasabasındadır. Mola vermek için kaldığı beldede Osman Hârûnî Hazretleri ile tanışır. Kısa bir sohbetin ardından onun bir derya olduğunu anlar ve ellerine sarılır. Hani muhabbet büyüklerden gelir derler ya Hârûnî Hazretleri de onu çok sever. Genç talibin mana basamaklarında yükselmesi için hususi bir ihtimam gösterir. Seyyid Muînüddîn arşı, semayı derken on sekiz bin âlemi seyretmeye başlar. Tuttuğu kerpiçler altın olur ama onun inciyle boncukla işi olmaz. Dile kolay tam 20 sene hocasının hizmetinde bulunur, hallere sırlara kavuşur. Vakti gelince hocası izin ve icazet verir, sırtını sıvazlar. Seyyid Muînüddîn ilk günkü aşk ile yollara çıkar diyar diyar dolanıp hikmet toplar. Mesela Sencer'de büyük âlim Necmüddîn-i Kübrâ ile tanışır, Hemedan'da Yûsuf Hemedânî Hazretlerinin kapısını çalar. Bu mürşîd-i kâmilden çok şey alır, herkese nasip olmayan makamlara tırmanır. Sonra yine izin ve işaretle Herat'ı, Belh'i dolanır. Hakk aşıklarının müşküllerini çözer, taliplere feyz dağıtır. Muînüddîn'i çağırın! Muînüddîn-i Çeştî, gittiği beldelerde önce kabristanları ziyâret eder. Sonra bir köşeye çekilip nasiplilerle sohbet eder. Eğer parmakla gösterilmeye başlandıysa durmaz, sessizce uzaklaşır. İşte o sene de şu şehir bu kasaba derken Arabistana uzanır, Hicaz ellerine varır. Kâbe-i muazzamayla hasret giderip, Medîne-i münevvereye geçer. Yıkanıp paklanıp güzel kokular sürer ve Server-i âlemin kabr-i şerîfini ziyâret eder. Bu nurlu şehre öyle bağlanır ki ayrılmak istemez. İşte Mescid-i Nebî'de ibadetle meşgul olduğu günlerden birinde, Ravda-i mutahheradan, "Muînüddîn'i çağırın!" diye bir ses işitilir. Türbedâr, cemaate döner "Muînüddîn!" diye seslenir. Mescidin değişik yerlerindeki "Efendim!" cevabı gelir. Tam türbedâr "hangi Muîniddîn" diye sormaya niyetlenmiştir ki, O tatlı ses "Muînüddîn-i Çeştî'yi çağırın!" der sonra ikazı tekrarlar... Türbedâr bu emir üzerine cemâate döner ve "içinizde Muînüddîn-i Çeştî var mı diye sorar. Seyyid Muînüddîn gözyaşları dökerek ve salevât okuyarak Peygamberimizin türbesine yaklaşır. Efendimiz "Ey Kutb-i meşâyıh içeriye gel" buyururlar. Büyük bir edeble türbeye girer ve Peygamber Efendimizi görmekle şereflenirler. Server-i Kâinat "Sen benim dînime hizmet etmeyi seversin, şimdi Hindistan'a gitmelisin. Seyyid Hüseyin adlı bir evladım Ecmir'de şehîd oldu. Yöre, kâfirlerin eline geçmek üzere, senin vesilenle İslâmiyet orada yayılacak, Allahın düşmanları hakîr olacak" buyururlar. Sonra ona bir nar verirler ki pusula gibi yol gösterir. Gideceği Ecmîr şehri ve civar dağlar besbellidir. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri derhal yola çıkar. Kırk seveni ile Hindistan'a ulaşırlar. Yerli halk onlara büyük alaka gösterir, peşine takılırlar. Ecmîr racasını bir telaştır sarar, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin görüldüğü yerde öldürülmesini emreder üzerine asker salar. Hindistana doğru... Muînüddîn-i Çeştî hazretleri öylesine heybetlidir ki Racanın adamları yanına bile yaklaşmazlar. Mübarek elini kolunu sallayarak Ecmîr'e girer. Talebeleriyle birlikte, bir ağacın altına oturup, sohbet ederler. Aslında burası Ecmîr racasının develerine ayrılan bir meydandır. Kervancı nefes nefese gelir ve "Ey fakirler" der, "bu oturduğunuz yerde Mihrâce'nin develeri yatar." Mübarek hiç karşılık vermeden kalkar, "yatsınlar bakalım" buyururlar. Develer öyle bir yatarlar ki kılıç vurulsa kalkmaz olurlar. Seyyid Muînüddîn ve talebeleri bir havuz başına konar, sohbet ve zikirle Ecmir'i aydınlatırlar. Nasipliler üçer beşer gelir halkaya katılırlar. Muînüddîn-i Çeştî ve talebeleri Allah'tan başka kimseden korkmaz hatta göstere göstere inek keser, çevire çevire kebap yaparlar. Hindular bir anda ayağa kalkar silahlanıp pusatlanıp üzerlerine varırlar. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri yerden bir avuç toprak alır ve Âyet-el-kürsî'yi okuyup putperestlere doğru atar. Saldırganlar kaskatı kesilir, parmaklarını bile oynatamazlar. Mihrace geç de olsa bu işi zor kullanarak çözemeyeceğini anlar. Akla gelmeyecek bir şey yapar, büyücülere koşar...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.