İlk gazi, ilk selâm Gıfarlı Cündeb

A -
A +

Cündeb bin Cünâde uzun boylu, geniş omuzlu, gür saçlı, bileğine güçlü bir gençtir. Hem kara gözlüdür, hem gözü kara bir cengaverdir. Korku nedir bilmez, daima önde gider. Sert görünür ama kimseye "hayır" diyemez, kabilesinin gençlerini kıramaz, birlikte yol keserler. Kureyşli kervancılar onlardan çok çeker, ikiletmeden haraçlarını verirler... Cündeb ve arkadaşları o gün yine bir kervanı durdururlar. Tüccarlar buna alışıktırlar ama bir aile panik yapar. Çocuklar korkuyla analarının bacaklarına dolanırlar, kadın içli içli ağlar. Cündep bir altınlara, bir onlara bakar, ne topladıysa kervancıbaşının önüne atar ve kaçarcasına sahraya koşar. O günden sonra asla bir soyguna katılmaz, bırakın kalp kırmayı, karıncayı incitmekten korkar. Kâh yeşil vahaların berrak sularına bakar, kâh eflatun renkli çöl gecelerinde yıldızları tarar. "Bu muhteşem kâinatın bir yaratıcısı olmalı" der, "hem kulluğunu bilmeyen neye yarar?" Ebû Zer-i Gıfarî âlemdeki muhteşem nizamı gördükçe bir hoş olur, lakin putları hatırladıkça yüzü buruşur. Şiddetle "La!" (hayır) der "Onlar asla ilah olamaz!" Gün gelir "La ilahe illallah" cümlesini tesbih edinir, yüksek sesle haykırmaya başlar. İman edenler Bir gün çölde karşılaştığı seyyah "Hayret!" der, "Bu cümleyi söyleyen biri daha var!" -Nerede? -Mekke'de! Aşığa Bağdat sorulmaz, Cündeb'e Mekke hiç sorulmaz. Hele adı güzel Muhammed'in tebliğ ettiklerini duyunca yerinde duramaz. Mükerrem beldeye koşası gelir, ancak zamanında sayısız kervanını çevirdiği şehir onun için tekin değildir. Önce kardeşini yollar, ki Üneys, Arabların yetiştirdiği ender ediplerden biridir. Üneys, Mekke'de Efendimizle (Sallallahü aleyhi ve sellem) görüşür ve geri döner. Merakla bekleyen ağabeyine hoşça şeyler söyler: "O, kahin, şair, sahir (sihirbaz) değil. Yalancı hiç değil!" -Peki ya ne? -Kendisi ne diyorsa o! -Yani? -Bir peygamber! Esselâmü âleyküm Gıfarlı Ebû Zer'in yüreğine bir kordur düşer. Düşünmeden Mekke'ye yürür, "hakikat yolunda ölüm şereftir" der. Cündeb hava koklamakta ustadır. Mekke'de kimseyle görüşmez ama Kureyşlilerin Efendimizden hoşlanmadıklarını hisseder. Kendisi için çekinmez ama inananları sıkıntıya sokmak istemez. Efendimize sessiz sedasız ulaşmalıdır. Ama nasıl? Acele etmez, Kâbe'nin yanına oturur ve sabırla bekler. O günlerde Hazret-i Ali henüz çocuktur ama gün boyu zemzem içen garip yabancıyı bir başına bırakmaz, elinden tutup evlerine götürür. Sofralar açar, döşekler serer. Ertesi gün onu aynı yerde görür ve yine misafir eder. Sonra yine... Sonra yine... Artık samimi olurlar, Cündeb, Hazret-i Ali'ye ne aradığını fısıldar ve... Ve açılır yollar. Ebû Zer, yüzü suyu hürmetine Kâinatın yaratıldığı Server'i görür görmez aşık olur ve "Esselâmü âleyküm!" der. Efendimiz de cevaben "Allah'ın rahmeti üzerine olsun" buyururlar. İşte selâmlaşma sünneti o gün başlar. Ebû Zer, Server-i âlem'in sohbeti ile şereflenince "Vallahi doğru söylüyor" der, "işte yıllardır beklediğim buydu, aradığım bu!" Susturamazlar! Ebû Zer muhabbetle dolup dolup taşar ve Kabe-i şerifin önüne gelip yüksek sesle şehadet söylemeye başlar. Müşrikler onu taşa tutar, sopa ve kemiklerle vururlar. Yüzü gözü kan içinde kalır ama aldırmaz. O sıra Hazret-i Abbas yetişir "Onun Gıfar aşiretinden olduğunu görmüyor musunuz" der, "bundan böyle o havaliden nasıl geçeceksiniz?" İş ticaretlerine dokundu mu Kureyşliler dayanamaz. En azılı müşrikler bile "inanç başka, kazanç başka" der, altının kızılı varken putun karası ile oyalanmazlar. Ebû Zer'i salıverir ama susturamazlar. Mübarek var gücüyle haykırır. Mekke sokaklarında tekbirler çınlar. Eh bu kadarına da dayanamazlar. Onu yere yıkar, yoruluncaya kadar vurur, zerre kadar acımazlar. "Dön ve bekle!" Efendimiz, ak harmanisi al kanlara bulanan gözü kara mücahidi görünce bir hoş olur. "Şimdilik kavminin yanına dön ve haberimi bekle!" buyururlar. Ebû Zer "Başüstüne der, Gıfarilerin arasına döner. Dostları ondaki değişikliği çabuk farkeder "sana ne oldu ya Cündeb" derler, "eskiden hepimizin önderiydin, şimdi bir çocuk tutsa elinden, gidiyorsun peşinden?" Ebû Zer, Efendimizi anlatır onlara ve Efendimizin anlattıklarını. Gözyaşları yanağında nurlu izler bırakır. Habibullah'ın hasreti burnunu sızlatır, sesini titretir. Ki aradaki fark çok nettir. Nerede o eski şaki, nerede şunun hali? Önce kardeşi Üneys ve kabile reisi Haffaf kelime-i şehadet söyler, sonra diğerleri diz çöker, "n'olur daha anlat" derler. Halka günden güne genişler ve koca kabile İslâm'a döner.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.