İstanbul için israf vakti!

A -
A +
Bir dönemin TRT'si mübarek Ramazan-ı şerif ayını direkler arası eğlencelerinden ibaretmiş gibi gösterir içini boşaltmaya çalışırdı ısrarla. Meddahlar, ibişler, pişekarlar, "Yetişin a dostlar ben yanıyorum" sululukları, karta kaçmış kantocular, işveli şarkılar...
Ne oruç teravih, ne itikaf inziva. Sanırsın âleme akmışlar çoluğuyla çocuğuyla.
Cambaza bak cambaza! Ömrümüzü çaldılar kaşla göz arasında.
Muhabirlik hayatımız da buruk geçti ramazanlarda. İnsan akşam oldu mu evine köyüne gitmek, çoluk çocuğu ile çorba kaşıklamak istiyor. İstihbarat şefi seni kaçırır mı? Abicim filan holdingin, feşmekan partinin iftarı var. Genel yayın müdürümüz de katılacaklar, hem dik hem yatık çalış, göriyim seni tokalaşmaları kaçırma. Cevabını bile beklemeden 400 asa makara sıkıştırır avucuna.
O iftar, bu iftar, bilmem İstanbul'da girmediğim otel restoran kaldı mı acaba?
ŞİRAZEDEN ÇIKINCA
İftara doğru genellikle bir semazen grubu sahne alır, ney üfleyip, tambur, rübap tıngırdatırlar. İki yiğit çıkar meydana, dön baba dön, etekler havada...  Bilmem aç karnına nasıl beceriyorlarsa?
Ezan duyulacak değildir, bu yüzden davulcu dolandırılır, vaktin girdiği ilan edilir hazirûna. Bir uğultudur kopar, tabak kaşık sesleri hakim olur mekâna.
Ve resmi çekilesi şahıs kürsüye çıkar, muvaffakiyetlerini sıralar: Yok ben şöyle, yok ben böyle... Hiç de çekilmez yani, karnı doyanın gözü çarıklarında.  
Güzelim yemeklerin ancak beşte biri yenir, el ayak çekilince garsonlar çöp poşetleriyle gelir tatlıları, zeytinyağlıları ve el değmemiş kahvaltılıkları çöpe atarlar. O canım pastırmalar, sele zeytinleri, hurmalar, İzmir tulumlar... 
Her toplu iftarda israf olur, "istisnasız" diyeceğim abarttığımı sanacaklar.
"Şununla kaç Afrikalı doyardı" muhabbetleri baydı gayri, yok hayır, kullanmayacağım bu defa.
ÇARŞAMBA PAZARI GİBİ
Artık bir ramazan geleneği oldu...  En az bir günü İstanbul'a ayırmalı. Gündüzü Merkez Efendi'de, Sümbül Efendi'de, Hırka-i şerifte geçirmeli, akşam oldu mu sultana...  Eyyüb Sultan'a!
Ortalık ışık denizi, serapa insan. Esnaf kalabalığı nakde tebdilin telâşında. 
Tamam çocuklarımız macun, koz helva, Kanlıca yoğurdu yesin dedelerinin tatları ile tanışsınlar. Müzehhibler, ebrucular marifetlerini sergilesin, izahlarda bulunsunlar. Arzu eden bir Mushaf-ı şerif, bir amme cüzü, bir ilmihal edinebilsin ayrıca...
İyi de cami civarı Çarşamba Pazarına dönmesin, "Kur'an-ı kerimde damping, yaklaş vatandaş" ağzı hiç yakışmıyor ama!
Hani bedelini utana sıkıla istiyor, "hediyesi" diyorduk biz ona!
Latin harfleri ile yazılmış Yasin-i şerifler, üç renkli beş renkli mealler, sürümden kazanmak için hazırlanmış tuzaklar. Ehil olsun olmasın mehaz göstersin göstermesin din adına yazan yazana.
Kokulu tesbihler, resimli seccadeler, Hind malı buhurlar...  Yapma çiçekler, muşamba masa örtüleri, altını ıslatan çocuklar için filanca otu, basura, nasıra, romatizmaya, siyatiğe, böbrek taşına... Polar atkı, naylon şemsiye, zikromatik bi lira... Zayıflamak isteyenler, saçı dökülenler buraya... Sırt kaşıyacağı alana, limon sıkacağı bedava... 
Haydi efendi efendi satsalar ne âlâ. İlla teyp, kolon, çevir düğmeyi zemin zıngıldaya.  Hani giyim mağazaları sert müzikle insanı ses manyağı yapar, almayacağınızı da sokuştururlar ya. Wattı güçlü olan el koyuyor piyasaya.  
Arabesk gözden düştü, şimdi eski besteleri kırpıp kırpıp ilahi yapıyorlar. Ortalıkta mebzul miktarda Küçük Emrah müsveddesi. Kanal kanal geziyor icra-i faaliyette bulunuyor. Eğer delikanlı "ağlangaçlı" bir sesle "n"lere ve "m"lere basıyor, sazlar ağırdan alıyorsa bekleyin. Birazdan orkestra patlayacak, muganni feryad figan çığırmaya başlayacak...
"Ağladı seccaaademmm!"
İşte burada ses titreyecek, nağme dalgalanacak.
BİZE NE OLDU BÖYLE?
Bilmem, biz öyle gördük, Anadolu'da hatırlı birinden selâm getirildiğinde muhatabı ayağa kalkar, "ve aleyküm selaaam" derken ceketini ilikler, gözünü yumar. Sanırsın muhatabı karşısında... 
Salevat da böyle bir şey aslında. Salat ve selâmlar yolluyorsun Habibullah'a.
Ve biz inanıyoruz ki Efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) salevatlarımızdan haberdardır, tek tek mukabelede bulunur onlara.
Gelelim ilahi kasetlerine. Kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Server anılırken defler dümbelekler çıldırıyor, zil, davul, gırnata... Bilhassa "Sallallahü ala Muhammed, sallalallahü aleyhi ve sellem" derken ritm hızlanıyor, volüm yükseliyor. Bakıyorum dinleyenlerde bir kıpırdama arzusu, gençlerin omuzları oynuyor, yaşlıların ayakları inip inip kalkıyor. Münasebetsizin biri "haydi eller havaya" dese piste fırlayacaklar âdeta.
HALBUKİ, OYSA...
Dinî musiki olur mu olmaz mı? Mukaddes lafızlar terennüm edilirken çalgı çengi kullanılır mı kullanılmaz mı? Meraklısı açsın sorsun Bizim Sayfa'ya. Ben sadece namazımı huşu içinde kılmak, sureleri şaşırmadan okumak istiyorum. Sanırım hakkım var buna. 
Halid bin Zeyd (radıyallahu anh), Efendimizi 7 ay ağırlamış. Emir gereği evin üst katında kalmış, hanımı ile her saniyelerini tetikte geçirmiş çıt çıkarmamışlar. 
Ah aynı heyecanı Eyyüb Sultan'da yaşasak da feyzinden kırıntılara nail olsak.
Efendimizden  8 asır önce...
Yemen hükümdarı Melik Tubba, ahir zaman nebisinin  alametlerini okuyor.  Âşık oluyor Server-i Kâinata. Hele şehrinden çıkarılacağını, Medine'ye yerleşeceğini öğrenince duramıyor, apar topar münevver beldeye koşuyor. İlk işi bir ev yaptırmak oluyor, ki gönüller sultanı teşrif ettiğinde kendi kapısını aça. Üç gün değil beş gün değil, hasret, hasret, hasret, gözleri yollarda.
Sonra anlıyor ki devir o devir değil, âlemlerin efendisini dünya gözüyle göremeyecek hayatta. Evi kendisi gibi bir âşıka emanet ediyor, Fahr-i âleme verilmek üzere bir mektup yazıp dönüyor yurduna...
İşte Eyyüb Sultan hazretleri o evde oturmaktadır hicret esnasında. Kusva sıradan bir deve değil, çökeceği eşiği biliyor.
Keşke diyesim geliyor, keşke bir ak sakallı etrafına ak takkeli, ak tülbentli minikleri toplasa da bunları anlatsa...
SÜKÛT GİBİ MÜNZEVİ
Camiye ses değil sükûnet yakışıyor. Düşünebiliyor musunuz Eyyüb Sultan mescidine girmişsiniz müminler parmaklarının ucuna basıyor. Kolonlar mikrofonlar devreden çıkarılmış, nurlu mescidin kuytularından (metalik olmayan) Kur'an-ı kerim sedaları geliyor. Hani yaz gecelerinde rüzgar buğday başaklarını nasıl okşar, hafızlar öyle okuyor.
Sağınızda solunuzda velilerin, âlimlerin yattığını biliyorsunuz, Kabristan ölüm sessizliğinde, Beşir Efendi, Ebussuud hazretleri ve Hoca Saadeddin'in ruhuna Fatiha. Ya Rabbi ismi unutulmuşlara da...
Kandillerde titrek ışıklar, gölgeniz belki on kat büyüyor. Tesbihiniz çıt çıt zikrinize iştirak ediyor, yünü şefkatli seccadeniz alnınızdan öpüyor. 
Bir cami nasıl olabilir ki başka?
Ola ki kadirdir, deyip gelmiş, gecenizi değerlendirmeye niyetlenmişsiniz. Teravihi takiben tefekküre dalacak, belki "tevbe ya Rabbi tevbe" diyeceksiniz "hata râhına gittiklerime, bilip de ettiklerime bilmeyip de ettiklerime..."
 

Tam elinizi açmış boynunuzu bükmüşsünüz kanun ara taksimine giriyor, ardından bir fasıl başlıyor ki nasıl anlatıla.
Edep Yahu!
Bari burada yapmayın. Eyyüb Sultan Hazretlerinin yanı başında... Ne revaklarda şakırdayan kanatlar, ne küçük şadırvanda şıkırdıyan su, ne de sakin günü dört yana eleyen ihtiyar çınar.
Nerede güvercin bakışlı sessizlik, nerede çinilere sinmiş Kur'an sesi ve nerede fetih günlerinin saf neşesi. Burası panayır olmuş baba, varsa zil yoksa darbuka.
Eğer Tanpınar şu curcunaya düşse o satırları yazabilir miydi acaba? 
Sadece "Bir rüyadan arta kalmanın hüznü" diyorum. Başka mısra oturmuyor mevzuya.

 
İki yiğit çıkıyor meydana, dön baba dön, etekler havada...  
 

İftardan kalma ekmekler...  Son kullanma tarihleri dolmamış daha...
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.