Muhammed bin Yûsuf Senûsî Hazretleri

A -
A +

Asrın başları... Sömürgecilik yarışında geç kalan İtalyanların gözü ne zamandır, Libya topraklarındadır, lâkin Abdülhamid Han'ın dirayetli idaresi yüzünden buna imkân bulamazlar. Ulu Hakan tahttan indirilir indirilmez harekete geçer, Trablusgarb'a çıkartma yaparlar. İtalyan kurmaylarının hesaplarına göre işgali çok çok 15 gün içinde tamamlamalıdırlar. Gelgelelim bir avuç Osmanlı askerinin organize ettiği Araplar mükemmel direnir, işgalciler sahil şeridinde sıkışıp kalırlar. Olacak bu ya, Balkan Harbi başlayınca Osmanlılar Libya'daki askerlerini geri çağırırlar. İtalyanlar rahatlayacaklarını sanar ama çok aldanırlar. Direniş aksine sertleşir, kışlalardan çıkamaz olurlar. Bu kez yıldırma harekatına başlar, hayvanları öldürür, mahsulleri yakar, kadınları kaçırırlar. Yeteri kadar korkuttuklarına kani olunca sırıtan maskelerini takar, barış çağrıları yaparlar. Ancak Mücahidlerin lideri Şerif Ahmed es Senusi işgalcileri muhatap bile almaz. İşte tam o günlerde I. Cihan Harbi patlar. Şerif Ahmed, kargaşaya karışmak istemez zira Fransız ve İtalyanlardan çektikleri yeter, birde İngilizlere karşı cephe açarsa çok yıpranırlar. Ancak Osmanlı subaylarının ısrarına dayanamaz ve sırf cihaddan kaçmamak için savaşa katılırlar. İtalyanlar yetmez gibi... Çölün dilinden iyi anlayan Senusi kuvvetleri İngilizleri şaşkına uğratır ve üstlerine düşeni fazlasıyla yaparlar, ancak Cemal Paşa emrindeki Osmanlı birlikleri Süveyş'te tutunamayınca zor durumda kalırlar. Senusiler, İngilizlerin karşı hücuma geçmesi ile ağır kayıplar verir ve çöle sığınırlar. Bu çatışma Libyalılara Mısır yolunu kapatmaktan başka bir işe yaramaz, hem düşmanları artar, hem erzaksız kalırlar. Şeyh Ahmet zor durumuna rağmen Halife'nin çağrısına uyar, mücadeleyi yarıda bırakarak payitahta koşar. Vahdeddin Han onu şâşâa ile karşılar ve Anadolu'ya yollar. Şeyh Ahmed, Kuva-i milliye güçlerine destek olmak için cepheden cepheye koşar, zira onlar, İslâm aleminin sahipsiz kalmaması için öncelikle Anadolu'nun kurtulması gerektiğine inanırlar. Aradan yıllar geçer, İtalya'da yeni bir devir başlar. Benito Mussolini liderliğinde faşistler yönetimi ele geçirir (1922) ve Libya için kara planlar yaparlar. İtalya'yı Roma imparatorluğu devrindeki azametine döndürme hülyaları kuran "Duçe" hazretleri (!) üç beş yalınayaklı bedevinin yürüttüğü direnişin derhal ezilmesini, liderlerinin derdest edilip getirilmesini emir buyururlar! Mücahidler, faşistlerin saldırılarına karşı yeni bir lider etrafında toparlanırlar. Bu liderin adını çok duymuş olmalısınız: "Ömer Muhtar!" Gerilere gidersek... O yıllarda çölün derinliklerinde yaşayan göçerler Senusi büyüklerinden feyz alırlar. Kimsenin ciddiye almadığı çoban kılıklı bedeviler böceği bile incitmez ama düşmanlarına kan kustururlar. Zor bir iş yapar, ne mücahededen geçer ne de mücadeleyi bırakırlar. Peki kimdir bu dağdaki çobana bile tasavvufi terbiye veren Senusi büyükleri? Muhammed Senûsî hazretleri, Tilmsân şehrinde doğar, ufacıkken rahle başına oturur, hayatı boyunca ilim meclislerine koşar. Onu, soyu Hazret-i Hasan'a dayandığı için "şerif"; yörenin önde gelen alimlerinden olduğu için "Şeyh-ul-allâme" adıyla anarlar. Büyük veli, Allahü teâlânın muhabbeti ile doludur ve bu muhabbetin elden gitmesinden çok korkar. Tatlı dilli fakat hüzünlüdür, yüzü güler, içi ağlar. Vaazlarından herkes hissesini alır, sohbette bulunanlar "kendileri için konuşulduğunu" sanırlar. Senûsî hazretlerinin mahlûkata karşı anlatılmaz bir şefkati vardır. Yürürken daima önüne bakar, ola ki bir karıncaya basarım diye adımını dikkatli atar. Talebeleri develerine, merkeplerine bile kibarca davranır, kaş çatmayı unuturlar. Büyük veli, hasımları barıştırır, yetimleri kollar, muhtaçları arar. Sırf bir garibin gönlü hoş olsun diye günlerce katiplik yapar, yüzlerce mektup yazar. Mübarek, dünyâda mahkum gibi yaşar, Dâvûd aleyhisselâmın yaptığı gibi gün aşırı oruç tutar. "Niyetli misiniz" diye soranlara ne "evet", ne de "hayır" der, zira kendisini "hakîkî oruçlulardan" saymaz. Geceleri uzanıp yatmaz, azıcık daldı mı "hem cehennemden korkuyor, hem de uyuyorsun" diye nefsini azarlar, sabaha kadar ibâdetle meşgûl olmaya bakar. Vefât ederken "Hak sübhânehü ve teâlâ bize ve sevenlerimize son nefeste Kelime-i şehâdeti söylemeyi nasîb etsin" buyururlar. Öyle de olur, ruhunu teslim ettiklerinde ortalık gül bahçesi gibi kokar. Yanmayan et! Ağızdaki tükürüğün bile kuruduğu sıcak bir yaz günüdür. Arabın biri çarşıdan et almış evine götürmektedir. Bu esnada ikâmet okunduğunu duyar, hem cemaate uymak ister, hem de etinin bozulacağından korkar. Tereddütünü yenip imama (Senûsî Hazretlerine) uyar, namazdan sonra tadına doyulmayacak bir sohbet başlar. Saatler su gibi akar. Talebe artık etten ümidini kesmiştir, şimdi olabildiğince feyz almaya bakar. Eve akşama doğru varır. Hayret! Et sanki yeni kesilmiş gibi tazedir. Tencereye koyup saatlerce kaynatır pişmez, ızgaraya yatırır, küle basar "ı ıh!" Bırakın kızarmayı, üzerindeki kanlar bile kurumaz. Bunda bir hikmet olmalı deyip dergâha koşar. O esnada Senûsî Hazretleri sevenlerine "Öyle ümîd ediyorum ki, Allahü teâlâ, dostlarıyla namaz kılıp, sohbete oturanların etini ateşte yakmaz" buyururlar. Talebe öyle içten bir "amenna" (inandım) çeker ki bunun ne mânâya geldiğini bir tek büyük veli anlar...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.