Resulullahın övdüğü şair Urfalı Nâbî

A -
A +

Sıcak, gözle görünür mü? İnanın görünür, o gün toprak helva gibi kızarır, ufukları buram buram buhar sarar. Güneş tepsi gibi büyür, zemin bakılamayacak kadar parlar. Yolcular kızgın sac üzerinde yürür gibi seker, taşa toprağa dokunmamaya bakarlar. Kervancılar dayanılmaz suhunete rağmen keyfiyelerini kafalarına dolar, karlı dağ başlarında tipiden kaçar gibi kumdan sakınırlar. Hasılı zor bir gündür, rüzgâr dinip gök açıldığında, gün batıp yıldızlar çıktığında ılık kumlara çöke kalırlar. İştahı kalanlar ellerini heybelerine daldırır ağızlarına üç beş parça tayın atar, zoraki yutarlar. Çoğunun çul çaput sermeye bile mecali olmaz, oturdukları yerde uykuya dalarlar. Medine-i Münevvere'ye takriben bir günlük yol vardır ama Nâbi uyuyamaz. Bir kuytuya çekilip günahlarına ağlar, "hangi yüzle" diye kendine hesap sorar. Kâh kuşla böcekle dertleşir, kâh aydan yıldızdan haber sorar. Evet çok yaklaşmışlardır ama eşiğine kadar gelmişken Efendimize kavuşamamaktan korkar. Onu, onun şiiriyle... Şâirimiz oturmaktan bile hayâ ederken, kervandaki devletlülerden birinin sereserpe yattığını, üstelik ayaklarını kıbleye uzattığını görür. Bir üzülür, bir üzülür... Ağzından "Sakın, terk-i edebden..." diye başlayan o muhteşem beyitler dökülür. Muhatabı hemen ayaklarını toplar. Ancak gafletinin şiirleştirilmesine sıkılır ve bu mısraları unutmasını söyler. Nabi buna çoktan hazırdır, zaten elinde yazılı bir metin yoktur ve adamcağız ayaklarını topladığına göre konu kapanmıştır. Kafile, ertesi gün şafak sökerken Münevver Beldeye girer. Nâbi'nin yüreği yerinden fırlayacak gibidir, o nasıl sevinç, o nasıl heyecan... Daracık sokakları telaşla geçer bir meydana açılırlar. Mescid-i Nebi birden karşılarına çıkar. Tam o esnada müezzinler minarede görünürler ve... Duyduğu şeye kendi de inanamaz. Evet, evet onun şiirini, hani "sakın terk-i edebden...." diye başlayan mısraları okurlar. Nabi onlardan birini minarenin kapısında yakalar ve "Allah aşkına söyle" diye sorar, "okuduğun kasideyi kimden öğrendin?" -Bu gece rüyamda Kainatın Efendisini (Sallallahü aleyhi ve sellem) gördüm, bana: "ümmetimden Nâbî adlı bir âşığım geliyor. Onu, onun beyitleriyle karşılayın" buyurdular. Ben emredileni yaparım. Niyesi, niçini bu fakiri aşar. -Eminsin değil mi? Ümmetimden mi buyurdular? -Evet. Mübarek sesleri hâlâ kulaklarımda. Nabi'ye bu kelime yeter. Öyle sevinir, öyle sevinir ki kendinden geçer. Öyle ya, ona (Aleyhissalatü vesselâm) ümmet olmaktan büyük mertebe... Düşünülemez bile... Urfa'dan İstanbul'a Asıl adı Yusûf olan şairimiz Urfa'da (1642) doğar. Bu aileden eskiden beri alim çıkar, o da eğitimini ciddiye alır akranlarına fark atar. Urfa'da çok sevilir ama vâlinin tavsiyesini dinler, İstanbul'a koşar. Vezir, Muhasip Mustafa Paşa üç dilde şiir yazabilen bu kabiliyetli genci bağrına basar. 'Asitane'de birçok şâirle (özellikle Nailî ile) görüşür ve onlardan çok şey kapar. Yusuf, mütevazı bir gençtir, nitekim Arapçada "yok" mânâsına gelen "nâ" ve "bî" eklerini birleştirerek "Nâbî" yi mahlas yapar, kendini "hiç" sayar. Nâbî birçok gâzâya katılır. Hatta Lehistan (Polonya) seferinde, Kamaniçe'nin fethi üzerine yazdığı "Düşdi Kamençe kısmına nûr-ı Muhammedî" şiirini kale kapısına kazırlar. Musahib Mustafa Efendi, Kaptan-ı deryâ olunca Nâbî'yi de yanına alır, birlikte Akdeniz'i dolanırlar. Fırtınalı denizlerdeki zor günleri, tatlı sohbetlerle atlatırlar. Nâbî bu Paşanın vefâtı üzerine Haleb'e yerleşir ve orada yuvasını kurar. Halep Valisi Baltacı Mehmed Paşa sadrâzam olunca, Nâbî'yi yanına katar. Onu Darphâne emîni ve Anadolu Muhâsibi yapar. Nâbî altı pâdişâhın saltanatını görecek kadar yaşar. Devrin sultanları onun şiirlerini çok beğenir, ikrâmlarda bulunurlar. İşte 4. Mehmed Han yukarıda bahsettiğimiz "Surre alayı"na onun katılmasını çok ister ve gördüğünüz gibi isabet kaydeder. Nâbî hac yolunda yazdığı Tuhfet-ül-Haremeyn (Hicaz Hediyesi) isimli eserini Padişaha arzeder. Şairimiz İstanbul'da vefât eder onu Karacaahmed Mezarlığına defnederler. Edebiyatçıların "Şeyh-üş-Şuarâ" (şairlerin şeyhi) unvânını yakıştırdığı Nâbî'nin şiirleri öylesine sağlamdır ki mısralarının çoğu vecize olur, halkın diline dolanır. İstanbul Türkçesini çok iyi kullanan Nâbî'nin eserleri Fransızca'ya tercüme edilir ve Paris'te yayınlanır. Ahlâk kaidelerini hoş bir üslûpla anlatan "Hayriyye" yıllarca ders kitabı olarak okutulur. Diğer eserleri: Hayrabâd, Dîvançe-i Gazeliyât, Tercüme-i Hadîs-i Erbain, Sûrnâme, Fetihnâme-i Kameniçe, Siyer-i Veysi ve Münşaat'tır...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.