Ümmü Eymen Radıyallahü anha

A -
A +

Bilirsiniz bazı kız çocukları merhamet yüklüdürler, onlar hiç çocuk olmazlar, doğuştan abladırlar. Yemez yedirir, içmez içirir, ellerindekini paylaşmaktan büyük bir zevk alırlar. İşte Abdullah'ın kölesi Bereke'de onlardan biridir. Bu siyahi kızcağız adı güzel Muhammed'in hayranıdır, ona bir şey olacak diye ödü kopar, gölge gibi peşinde koşar. Şefkâtli Bereke Peygamberimizin doğuşuna şâhit olur ve küçük yaşta O'na hizmet etmeye başlar. Efendimizin annesi Âmine Hâtun Medîne'ye giderken Bereke'yi de yanına alırlar. İyi ki de öyle yaparlar, zira dönüş esnasında (Ebvâ denilen bir mıntıkada) Âmine annemiz gözlerini hayata yumarlar. Bereke, göz yaşlarını içine atar, nurlu çocuğu bağrına basar. Allahın Habibini kâh elinden tutarak, kâh sırtına vurarak, Mekke'ye kadar getirir ve Abdulmuttalib'in kapısını çalar. O günden sonra Bereke bu evin kızı olur ve tabiri caizse Efendimiz'e annelik yapar. Zaten Server-i Kâinat onu annesi gibi sever, hatırını hoşça tutar. Efendimiz eline geçen ilk fırsatta Bereke Hatunu azad eder, kızcağız Mekkelilerden biriyle (Ubeyd bin Zeyd) yuvasını kurar. Bu evlilikten Eymen adında bir oğlu olur ve onu "Ümmü Eymen" adıyla anmaya başlarlar. Ancak dünyanın düzü yoktur, kocası vefât eder. Yine yokluklar, yine sıkıntılar... Cennet ehlinden biriyle Resulullah, İslâm'ı tebliğ etmeye başlayınca Eymen ve Ümmü Eymen tereddütsüz Müslüman olurlar. Efendimiz sıkça yanlarına uğrayıp hatırlarını sorar, eksiklerini gidermeye çabalar. Evet aç değil, açıkta değildirler ancak korunmaya muhtaçtırlar. Nitekim bir gün "Cennet ehlinden biriyle evlenmek isteyen Ümmü Eymen'i alsın" buyururlar. Efendimizin azadlı kölesi Zeyd bin Hârise, "Ümmü Eymen'den yaşça küçük olmasına rağmen" öne çıkar. Sanırım Ümmü Eymen'in zenci asıllı olduğunu söylemiştik, Zeyd ise diğer Arablar gibi beyazdır. Bu ikisinin sütlü kahve renginde çok şirin çok şeker bir oğulları (Üsâme) olur ve görenlere "Maşaallah" dedirtmeye başlar. Efendimiz Zeyd'e oğulları gibi davrandıkları gibi Üsâme'ye de dedelik yaparlar. Onu, nurlu torunları Hasan ve Hüseyn'den ayırmaz, kucaklarına alırlar. Üsâme, Ehl-i beytin ferdi gibidir, dilediği zaman hane-i saadete girer, çıkar. Hatta bir gün koşarken düşüp, alnını yarar. Hazret-i Aişe (radıyallahu anha) telaşla koşar, yüzünü, gözünü yıkar. Efendimiz yetişir kucaklarına alırlar. Saçlarını okşar, yanaklarından öpüp dua buyururlar. Mükerrem şehrin önlerinde Üsâme de büyükleri gibi hicret eder. Kureyş'in müşrikleri silahlanıp pusatlanıp Medine üzerine yürüdüklerinde boyuna posuna bakmadan cenk hazırlığı yapar. Efendimiz o ve onun gibi minik mücahitlerin heveslerini kırmaz, çok önemli bir işmiş gibi Münevver Beldede nöbetçi bırakırlar. Üç beş yalınayaklı çocuk çerden çöpten silahlarıyla Medine sokaklarını arşınlar, büyük bir ciddiyetle vazifelerini yaparlar. Üsâme Radıyallahu anh Mekke'nin fethinde de hazır bulunur ve kâh göğsünü ileri çıkararak, kâh parmaklarının üstünde yükselerek büyüdüğünü ispata kalkar. Hem İslâm ordusuyla birlikte mükerrem beldeye girmek ister, hem de "sen kenarda bekle" denilmesinden korkar. İşte bu endişe ile kıvrandığı dakikalarda Serveri Kâinat ile gözgöze gelirler. Efendimiz onu elinden tutar ve devesinin terkisine oturturlar. Kutlu Kusva'nın üstünde ve Alemlerin Efendisi ile birlikte şehre yaklaşır, mahşeri kalabalığı yara yara Kâbe-i Muazzamaya vasıl olurlar. Allah'ın Resulü, Bilal-i Habeşi ve Osman Bin Talha ile Kâbe'ye girer, Üsâme'yi de yanlarına alırlar. O sırada Hazret-i Ömer duvarlardaki tasvirleri silmekle meşguldür, Üsâme de yardımına koşar. Beytullahı, putlardan arındırıp, kapıyı kapatırlar. Efendimiz büyük bir hasretle iki rekat namaz kılar, Kâbe-i şerifin her köşesini tekbirlerle aydınlatırlar. Nihayet Eshabı kiramın karşısına çıkar ve o unutulmaz hutbelerini irad buyururlar. Düşünebiliyor musunuz böylesine tarihi bir anda, Kâbe-i şerifin içinde ve Âlemlerin Efendisi ile bulunabilmek ne büyük bir nimettir. Müminler böyle bir şeref için canlarını vermeye razıdırlar. Lâkin Serveri Kâinat bir kölenin çocuğunu, Yemenli Zeyd bin Haris'in boynu bükük kuzusunu yanlarına alırlar. İbrahim vefat edince Efendimiz'in, Mâriye Validemizden doğan oğulları İbrahim'in (nurlu çocuk 1,5 yaşındadır) ölümleri üzerine müteessir olurlar. Üsâme'de üzülür ama ne zaman ki Efendimizin gözlerinden akan yaşları görür, kendini tutamaz, feryad figan ağlamaya başlar. Efendimiz onun başını okşar ve "acımayana acınmaz" buyururlar, "ağlamak acımaktan ileri gelir. Lâkin feryat ve figan şeytandandır". Üsame "affedin efendim" diye mırıldanır "ama ben İbrahim'e ağlamadım, inanın sizin gözünüzdeki yaşlara dayanamadım". Olacak bu ya, o gün güneş tutulur. Bazıları bunu İbrahim'in ölümüne bağlarlar. Efendimiz "Ay ve güneş Allahü teâlâ'nın varlığını ve birliğini gösteren iki mahlûktur. Kimsenin ölmesi ve kalması ile tutulmazlar. Onlara bakıp Allah'ı hatırlayın" buyururlar. O gün tüm sahabeler oradadır ama Efendimiz, İbrahim'i toprağa bırakma şerefini Üsâme'ye bağışlarlar. Allah'ın Resûlü şirin kabrin başına bir taş diktirip, üstüne su döktürürler. İşte bundan böyle bu sünnet ihmal olunmaz.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.