URDUCA'NIN TEMELLERİNİ ATAN ŞAİR Emir Hüsrev Dehlevî

A -
A +
Hindistan'da saray ile halk farklı lisanlar konuşmaktadır, ulemanın da avamın da anlayacağı basit ama ahengli bir lisan gerekir ki bunu yapsa yapsa Emir Hüsrev yapar. Ünlü edip bugün 200 milyon insanın konuştuğu yeni bir dilin kurallarını koyar Hicri yediyüzler... Yer Hindistan Adamcağızın biri gözünü karartıp ticarete girer ama batar, altından kalkılamayacak kadar borç yapar. Birileri "Hâce Nizâmüddîn'e git" derler, "umulur ki çare olur sana." Adamcağız çeker çarıklarını düşer yollara. Dehli'ye (Delhi) varır, dergâhı bulur, katılır kalabalığa... Evet Nizâmüddîn Evliya hazretleri ziyaretine gelenlere ama az ama çok ihsanda bulunmaktadırlar. Lâkin o gün elinin altında bir şeycikler kalmaz, garibi boş çevirmemek için ayakkabılarını gösterir, "bunları da sen al" buyururlar. Haydaaa. Ne ummuş ne bulmuştur. Borç boyunu aşarken bir çift eski papuç neye yarar? Ama ikramı ret edecek kadar cesareti yoktur, büker boynunu, diline gelenleri yutar. Ertesi gün dönüş yoluna geçer, buruk kırık sahrayı adımlar. Ayaklarına kara sular inince bir handa konaklar. Yorgun vücudunu döşeğe atar. O sıra Emir Hüsrev, Bengal'den dönmektedir. Çok kârlı bir alışveriş yapmış, büyük paralar kazanmıştır. Hayvanları kıymetli taşlarla yüklüdür, mahiyetinde muhafızlar, uşaklar... Ama hiç biri gözünde yoktur, bir an evvel Dehli'ye varmalı, çıkmalıdır, hocası Nizameddin Evliya hazretlerinin huzuruna. Mübareği nasıl özlemiştir anlatılamaz. İnanın bu ayrılık çok koymuştur ona. Hayali gözünün önündedir, sesi çın çın kulaklarında... Hasretten burnunun direği sızlar, koyverseler hüngür hüngür ağlayacaktır. Yani o kadar.... Emîr Hüsrev de zikrolunan handa mola verir. İçeri girince "hayret" der, "Şeyhimin kokusu var burada!" MÂNÂLI TAKAS Hancıya, yamaklara, seyislere tek tek sorar ama Hace Hazretlerinin civardan geçtiğine dair tek haber alamaz. İş başa düşer, koridor koridor dolanır ve nihayet bir kapı önünde durur: "Kim kalıyor burada?" - Garibin teki, sanırım Dehli'den geliyor. Girer içeri ve şaşkın adama sorar: "Dehli'de Nizâmüddîn-i Evliyâ hazretlerine uğradın mı?" - Uğradım. - Bir şey verdi mi sana? Eliyle pabuç eskilerini işaret eder. Emir Hüsrev alır, koklar, tamam. Bunlar onlar! Ve beklenmedik bir teklif yapar: "Bu pabuçları satar mısın" - Niye olmasın? - Ne istersin? - Ne verirsen ver. - Kervanımı al, nerden baksan yarım milyon gümüş eder. - Şaka yapıyorsun herhalde? - Öyle bir halim mi var? - Yok ama... - Kabul ediyor musun? - Ediyorum. - Al hayrını gör, bilemezsin ne büyük bir iyilik yaptın bana! Birileri gelir gider, "seninki de iş mi yani" derler, "eski bir papuca varını yoğunu verdin!" - Hayır ucuz aldım, eğer servetimle birlikte hürriyetimi de istese düşünmezdim. Prangayı elimle vurur, köle olurdum ona! SULTAN-ÜŞ ŞURA Şimdi biraz daha gerilere gidelim. Mâverâünnehr illeri Moğol çapulcuları tarafından istila edilince Laçin Beylerinden Seyfeddîn Emir Mahmûd Şemsî, Hindistan'a hicret eder. Agra yakınlarındaki şirin bir beldeyi (Mü'minâbâd) mekan tutar. Yörenin yabancısıdır ama kısa sürede kendini sevdirir. Nitekim saray nazırlarından İmâdülmülk Han ona kızını verir. İşte bu izdivaçın meyvelerinden biri de H. 651 doğumlu Emir Hüsrev'dir. Hüsrev hem ilmi ile amil babasına, hem sanatkar ruhlu annesine çeker, küçük yaşta şiirler yazmaya başlar, ki bunlar devrin edipleri tarafından ciddiye alınırlar. SOHBETTEN SOHBETE Çocukcağız babasının eteğini bırakmaz, birlikte saray sohbetlerine katılır, ünlü isimlerle tanışırlar. Bir gün devrin meşhur şairi İzzeddîn ile karşılaşırlar, İzzeddin ona "saç - yumurta - ok ve kavun" gibi dört alâkasız kelime verir ve "beşe kadar sayıyorum" der "çabuk içinde bunların geçtiği bir beyit söyle bana!" Hüsrev, "Yar dediğin altınla dahi tartılamaz, saçının tek teline yumurta büyüklüğünde yüz amber dizilse az / Sakın gönlünü ok gibi düz sanma, sapar. Çünkü karnında kavun gibi gizli dişleri var" manasına gelen bir beyit söyler ki ölçülüdür, kafiyelidir, üstelik kulak okşar. İzzeddîn "Pes valla!" der ve genç şaire "Sultânî" mahlasını bağışlar... GİRSE Mİ DURSA MI? Bir gün Seyfeddîn Emir Mahmûd Çeşti büyüklerinden Hâce Nizâmüddîn hazretlerinin ziyaretine gitmektedir. Hüsrev yolda babasına sorar "Kim bu zat?" - Bir gönül ehli, Evliyaullah! Senin de bağlanmanı isterdim ona. - İyi de nasibim bu kapıda mı acaba? Sen beni koyver baba, olacaklara karışma! Emir "sen bilirsin" der, dergâha girer, Hüsrev kararsızdır, kalakalır sokakta. Bir süre eşiğe bakar ve heyecandan titreyen bir sesle beyitler mırıldanmaya başlar: "Kimi güvercinler Şahın sarayının kubbesini mekan tuttular, kimileri uzaklara uçtular / Efendim bir garip aşık eşiğinizde beklemektedir, girsin mi, dönsün mü? Emir beklemektedir şu an!" Allahü teâlânın izni keremi ile Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ hazretlerine malum olur. Talebelerinden birini çağırır ve kapıda bir çocuk göreceksin der git şu rubaiyi oku ona. Rubai uzun, birkaç kelime ile özetlersek "gir o kapıdan" buyrulur, "hiç durma!" HİND PAPAĞANI Emir Hüsrev babasını kaybedince dedesi İmâdülmülk'ün himâyesine girer. Ki sofralarında edîbler şâirler eksik olmaz. Hepsini de dikkatle dinler alayından hisse kapar. Henüz on iki yaşlarında iken, sağda solda şiirleri okunmaya başlar. (H.692)'de dedesi de vefâtı eder, Sultan Mübârek Şâh Hallâcî onu sarayına alır, oğulları ile bir tutar. Sonra gelen sultanların da teveccühleri eksik olmaz, onu baş şair yaparlar. Kelimelerle öyle ustalıkla oynar ki adı "Toti Hind"e (Hint Papağanına) çıkar. Düşünebiliyor musunuz 7 sultan defnedecek kadar yaşar sarayda... Bir eli yağdadır bir eli balda... Ama gönlü mana sultanında kalmıştır, Hace Nizâmüddîn-i Evliyâ'da... MUHABBETE BAK Üstelik bu kapıda hizmetçiliğe taliptir, silmeli, süpürmeli, helâları temizlemelidir icabında... Dünyadan uzaklaştıkça ufuklar açılır, Hızır aleyhisselâmın sohbetiyle şereflenir, yürür müstesna makamlara... Sultân-ül-meşâyıh HâceNizâmüddîn hazretleri, bir defasında Emîr Hüsrev'e hitâben; "Herkesten daralabilirim" der, "hattâ kendimden bile. Fakat senden asla darlanmam." Yine bir gün Emîr Hüsrev'e hitaben; "Bana duâ et!" buyururlar, "Seni yanıma defnetsinler, bizi ayırmasınlar." Büyük veli Emir Hüsrev'e toz kondurmaz, "boğazıma testere dayasalar da Hüsrev'den vazgeçmem" derler, "Başımı veririm Hüsrev'i terk etmem... Eğer mümkün olsaydı, Hüsrev'le aynı mezarda yatmak isterdim!" Bir Cumâ gecesi rüyasında talebesi Emir Hüsrev'i görür, ki tarifsiz nimetler içindedir. Rüyasını anlatınca Emîr Hüsrev "biz kimiz ki" der, "neye kavuştuksa sizin hatırınıza". Sözünü tamamlayamaz, hıçkırıklar dayanır boğazına. Hocası da hislenir, sarılır, ağlaşırlar. Hani görenler baba oğul sanırlar... Hazret-i Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ, dar-ı bekaya göçtüklerinde Emîr Hüsrev, Tuğluk Şâh ile birlikte Luknov taraflarına gitmiştir. Dönüp de acı haberi öğrenince yıkılır. "Sübhânallah! Güneş batmış. Hüsrev hayatta!" diye haykırır. Malı mülkü nesi varsa fukaraya dağıtır, ecrini Hâce hazretlerinin rûhuna bağışlar. Öylesine bitap olur ki dostları "bu fazla yaşamaz" diye fısıldaşırlar. Nitekim kısa bir süre sonra vefat eder, hocası ile ayrılığın olmadığı alemde buluşurlar. Onu Hace hazretlerinden ayırmaz, ayak ucunda bırakırlar toprağa. Yeni bir lisan Emir Hüsrev Arapça'ya Arap ediplerinden daha hakimdir, Farisi ve Hind lisanları deseniz ona keza... Eh Türkçe ana dilidir zaten. Nizamüddin Evliya hazretleri onun fasih ve beliğ yazmasına çok ehemmiyet verir, Farisi'yi Isfahanlılar gibi konuşmasını emir buyururlar. Yine halkla sarayı, ulema ile avamı buluşturacak sade, basit ama ahenkli bir lisanın tesisini arzularlar ki bunu yapsa yapsa Emir Hüsrev yapar. Emir Hüsrev baş üstüne der ve bugün "Urduca" diye tanınan (200 küsur milyon kişi tarafından konuşulan) lisanın temellerini atar. Bu yeni dile işlerlik kazandırmak için hem nesir, hem manzum eserler yazar.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.