Yarıştırmacı gazeteci SIRRI KAPLAN

A -
A +
Yarıştırmacı gazeteci SIRRI KAPLAN 11 Ekim Dünya Gazete Dağıtıcıları Günü... O kadar da aklımdaydı, atlıyorum telaşe arasında... Bizim gibi tirajının neredeyse tamamını dağıttıran bir gazete için bu konu çok önemli... Bir dağıtıcı hikâyesi... Bir dağıtıcı hikâyesi... Kimi anlatsam acaba? Durun, buldum galiba... *** Erzurum'da Üniversite kazanmışım, tıfılım daha... Şehir hakkında hiçbir fikrim yok. Ne yenir, ne içilir, nerede kalınır sonra? Kırk bilinmeyenli denklem... Muamma! O zamanlar gazete merkezimiz Cağaloğlu'nda. Gidip bir akıl sorsam mı acaba? "Cennet çeşmeyi bul, Hacı Sırrı'yı gör tamam" diyorlar, "Var git, hiç korkma!" Cennet Çeşmeyi kolay buluyorum. Hacı Sırrı deyince biriket ve oluklu sactan mamul bir barakayı gösteriyorlar. Bir marangozhane bu, önünde keresteler, tomruklar... İçeriden planya sesi geliyor. Giriyorum, ak sakallı, ay simalı bir ihtiyar. Kaş göz ile "içeri geç" diyor. Sonradan öğreniyorum iki parmağını hızara kaptırmış, makine başında konuşmuyor. Yazıhanede ben yaşlarda iki genç, biri tahta sedire uzanmış kestiriyor, öbürü kitap okuyor. Yaz sayılır ama soba harlı, yonga dumanı pek hoş kokuyor... Çivit renkli çinko çaydanlık hazin hazin iç çekiyor. Kitap karıştıranı alışkın ifadelerle "hoş geldin" diyor, "kayda mı?" -Evet. -Hangi fakülteye? -Diş hekimliğine... -İyi biz de tıptayız. Bursalıyım, adım Erdoğan. O sıra çaydanlık fak fak fokurduyor. Erdoğan yerinden kıpırdamadan "Doktor su kaynadı" diyor. Ufak tefek olanı sıçrayıp kalkıyor, demliğe biraz Filiz biraz Tomurcuk atıyor. Bardakları naylon leğenin içinde gıcırdata gıcırdata yıkıyor. Sonra camı açıyor, suyu kasımpatıların dibine savuruyor. Tanışıyoruz "Ankaralıyım" diyor, "adım Zeki ama doktor derler bana!" ÇAY NE? SAY NE? Çayın buruk kokusu henüz yayılıyor ki eğreti kapı (bi de marangozun kapısı olmaz diyorlar) açılıyor, Sırrı Amca'nın üstünde sırtı astarlı bir yelek. Çok içten kucaklıyor yüzümü göğsüne basıyor. Hoşça bir esans kullanmış, elleri iri iri, müsafaha ederken nasırları avucuma batıyor. Eski dostuz sanki, yıllardır görüşmemişiz de hasret gideriyor. "Abey nerden?" -İstanbul'dan, filanın filanın selamı var. "Ve aleyküm selaaam" derken, kalkıyor düğmesini ilikliyor. Sanki selam yollayanı ayakta karşılıyor. Çaylar ince belli bardaklarla dağılıyor, kaşık maşık yok. Hacı Sırrı ağzına ufacık bir şeker sıkıştırıp hüpletiyor. Üç yudumda bitirip uzatıyor. "Tezele Doktor!" Kapı biteviye açılıyor, birileri gelip sekilere oturuyor. Çay bitiyor, tekrar demleniyor... Bitiyor, tekrar demleniyor. El kadar yazıhanede bir düzine insan oluyor, bir neşe, bir neşe. Kahkahalar sokağa taşıyor. Bakıyorum da muhabbetin mayası Hacı Sırrı'da. Bu ihtiyar boş değil, gençle genç, yaşlıyla yaşlı oluyor. Latife yapıyor, şaka götürüyor. FKB'yi Ege Üniversitesinde okuduğum için o yıl fazla dersim yok, marangozhane ikinci adresim oluyor. Bildiklerini kendine saklamıyor, paylaşmaktan zevk alıyor. Mesela gençliğinde at beslermiş... Ciritçiler hakkında bir soruyorum, bir kitaplık malumat veriyor. Bir kuka tesbihi var, Osmanlı işi... Mart ayında üç kamyon ot teklif etmişler "ı ıh" demiş... Kış hitamında üç kamyon ot bir servet... "Amaan" diyor, "parayı n'ediym, rahmetli babamdan hatıra..." Ezan yaklaştı mı elini cebine atar, kösteklisini çıkarıp masaya koyar. Akrebe yelkovana baktığını sanırsınız, o porselen kadrana dalar. Meğer oğlu Celal ilk maaşı ile almış, "buyur baba" demiş elini öperken "sen daha iyilerine lâyıksın ama..." Oğlunu çok seviyor, torunlarını ona keza... Yanık yanık dualara ediyor gıyaplarında... Bir gün kereste geldi at arabalarıyla. Bakın şu işe ki kalfalar da yok ortada... Sordum "yardım edeyim mi?" -Eee iyi olur valla. Sırrı Amca Koca Yusuf gibi maşaallah. Kerestenin ikisini bir koltuğuna, ikisini öbür koltuğuna sıkıştırıp yürüyor. Arkadan ben tutuyorum ama yetişmek ne mümkün, elim, belim kopuyor. Neticede kütük ayağıma düşüyor. Dönüyor tüh tühlenen gözlerle bakıyor. "Bi şey olmadı ya?" -Yok sıyırdı geçti, acımadı Sırrı Amca... -Senin eyagından bene ne adam? Ben kerestemi soruyom!.. VATAN BORCU BİTER BİTMEZ Sırrı Amca vatan borcunu Gebze ve Derince'de yapıyor. Kırklı yılların İzmit'i işte... Her yer bağ bahçe, kiraz sepetleri yol boyuna taşıyor. O gün çarşı iznine çıkmışlar, arkadaşlarıyla güreş tutuyor. Üzüm toplayan bir ihtiyar laf atıyor, "tabii buldun acemileri, kumaş gibi katla! Var mısın benle tutmaya" -Bak yenersem üzümlerini yerim ama... İhtiyar gülerek "tamam" diyor ve Sırrı amcayı bir anda tuş ediyor. - Aaaa... Ayağım kaydı galiba. - Hadi, gel bi da... Hoop yine havaya.. "Ya n'oluyor böyle bana?" Aksakal "hiç uğraşma delikanlı" diyor, "kırk defa da tutsak yenerim, ben saray pehlivanıydım zamanında." -Tamam mağlubuz anladık, peki üzüm meselesi n'olacah? -Buyrun bağ sizin, yiyin yiyebildiğiniz kadar. Sırrı amca hiç öylesini tatmamış daha... Anlattığına bakılırsa çavuş üzümü, belki de kınalı yapıncak... Askerden evvel çalışmış, kenarda 20 bin lirası duruyor. Gidiyor yol kenarında 35 dönümlük bir bağ alıyor. İki katlı ev de caba... Ama tezkereyi kaptığı gibi Erzurum'a dönüyor. Bağı bir iki bin lira kârıyla satıyor, bakmıyor ardına. Ahh be Sırrı Amca" diyorum "E-5 kenarındaki araziler kaç para haberin var mı? Kesin dolar milyoneriydin şu anda!" Elini umursamaz bir şekilde sallıyor "adaaam sen de" diyor terekteki kitaplara bakarak, "zenginlik burada!" Efendim Sırrı amca yine asker... Yolu bir şekilde İstanbul'a düşüyor. O gün Bayezid Camisinde namaz kılıyor. Bakıyor sağda solda vaaz veren hocalar. İstikameti gönül pusulasına bırakıyor. Kalabalıklara hitap edenleri geçiyor, geçiyor, bir kuytuda sessiz sedasız ders yapan nurani âlimin halkasına katılıyor. Sırrı Amca az çok rahle-i tedristen geçmiştir, Alvarlı Mehmed Efendi'den okumuş zamanında... Lakin o gün dinledikleri çok başka. İnsanı saran kuşatan bir şeyler var bu zatta... Hocaefendi sohbeti müteakiben halini hatırını soruyor. "Aferin asker efendiye" diyor ve talebelerinden birine (Şakir Amca'ya) "ilgilenin" gibilerinden bir işaret yapıyor. Şakir Amca derhal koluna giriyor, götürüp güzel bir yemek yediriyor ve cebine bir sarı lira bırakıyor, kaşla göz arasında... Sırrı Amca hatırayı dizini döve döve tamamlıyor: "Ahh ki ah! O mübareğin Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri olduğunu yıllar sonra anladım. Meğer ki geçmiş ola..." SEN KAŞINDIN AMA... 60 ihtilalinin olduğu günler... Yolcu bekliyor istasyonda... Aydınlının biriyle tanışıyorlar. "Vay, kimin hemşehrisi" diye fısıldıyor, "gözünü sevdiğimin Menderes'i..." Adam birden asabileşiyor, "Adnan'ın da, Berrin'in de..." - Tamam kardeşim sus, bi şey demedik ya. - Anasını da, bacısını da!.. Sesi gitgide yükseliyor. Etrafta devriyeler var. Tutup götürürler valla... Bakıyor iş uzayacak, üste çıkıyor. "Hayır beyfendi" diyor gür bir sesle, "Gürsel Paşama sövemezsiniz! O benim hemşehrim (Aşkaleli idi malum). Demirkıratçı olabilirsiniz ama bu size halkçılara hakaret hakkı vermiyor!" Adam şaşkın, apışıp kalıyor, "ben ettim sen etme" diye yalvarıyor, "sus, n'olur sus... Allah aşkına!" Öyle ya potansiyel suçlu, üzerinde "Aydın" yazan bir kafa kağıdı taşıyor. GÖNÜL SIRÇA SARAY Sırrı Amca sabah namazını Lala Paşa'da kılar, ajansı vilayetin karşısındaki kıraathanede dinler, ilk çayını yudumlar bu arada. Ecevitçi bir arkadaşı var, o da hacı. Kahvede Demirelciler Türkeşçiler çoğunlukta, buna takılıyor sıkıştırıyorlar. Hacı "yalnız buldunuz tabii" diyor, "yüklenin bakalım adaletiniz buysa..." O günlerde kahveye genç bir hattat takılıyor, ona kaş göz ediyorlar. Hacıya dönüp "bak arkadaş da sizden" diyorlar, "sırt sırta verin de kalmayın lafın altında!" Hacı gence bakıyor, bakıyor, bakıyor... "Bu bizden olamaz!" diyor. -Niye? -Çünkü sıfatında nur-i Muhammedi var! Halkçı Hacının Erzurum'da girip çıktığı nadir dükkanlardan biri marangozhaneydi. Sırrı Amca arkadaşını ayakta karşılar, yer gösterir, bize "elini öpün" diye işaret yapar. Tanıdıkça anladık ki hakikaten dürüst, güvenilir bir insan. "Eee ne var bunda" demeyin. 12 Eylül evvelinden bahsediyoruz, farklı partiden olanlar selam bile almazlar. DERT BABASI O zamanlar telefonu postaneye yazdırıyorsun yarım günde sıra geliyor. Hatlar matlar karışıyor, çınlıyor, zırlıyor... Talebeler yazıhaneye alışık, "Sırrı amca telefon..." - Git et, yerini mi soruyon? Biri gelir "amca para." - Aç çekmeceyi orda! Memleketten havalesi gelen borcunu uzatır. - Tamam tamam, aldığın yere bırak. Adı yardımsevere çıkmış, eteğini tutan geliyor "aman amca bize bir ev." Erzurumlular iyidir hoştur da içlerine kapalıdırlar. Apartman içinde talebe ney barındırmazlar. Lakin Hacı Sırrı aracı olunca iş değişiyor, "evsabisi" yokuş yapamıyor. Nitekim bize de Yoncalık otobüs durakları yakınlarında bir giriş katı ayarlıyor. Peki eşya? Yine Sırrı Amca'ya gidiyoruz, zorlamaya borcumuz var ya. Neticede iki ranza buluyor, kilim, perde veriyor. Tabak çanak, sünger yatak, bir de müstamel soba.... Arkadaşlardan biri soruyor: "Sırrı amca biz bu sobayı n'apcaz?" -Soba n'apılır? -Yakılır da... Yakacak? -Adam, görmirsen her taraf tahta! Sordugun şeye bah! Kömür o zamanlar devletin tekelinde. Tahsisat için aile reisi olmanız gerekiyor. Yok evlenme cüzdanı, yok ikametgâh... Biz yakılabilecek en pahalı şeyi yakıyoruz, jilet gibi tahtaları atıyoruz sobaya... Esnaf onu pek seviyor. Dediğini ikiletmiyorlar. O da kredisini talebeler için kullanıyor, teneke teneke zeytin peynir koparıyor, pekmez reçel artık ne olursa... Çok da nefis yemek yapar. Erkek yemeği tabii... Soğanlar iri iriymiş, eh olacak o kadar. Ramazan ayında evi dolup dolup taşar. Bir gün değil, iki gün değil, her gece iftar... O kadayıf dolmaları dağ gibi gelir. Yenilen yenir, artanı derler toplar, yanımıza katar. Kurban bayramında atölyeye eşten dosttan et yağar. Doktor Zekiyle birlikte kavurup, tenekelere basar. Nerde bir talebe evi var, gider kapısına bırakırlar... GELELİM MEVZUYA O günlerde gazetemiz iddialı değil. Var ama sureta... İstanbul'dan PTT ile yollanıyor. Postacılar biriktiriyor biriktiriyor üç beş haftalığı toptan bırakıyorlar. Taa geçen ayın hadiseleri, tabii sarmıyor. Biz sayfaları usulen çeviriyoruz, Sırrı amca ise basın ilandan gelen tebligatları bile didikliyor. Bilmiyorum artık ne buluyor? Bir gün baktık Sırrı Amcanın yanakları al al, bir heyecan, bir heyecan! "Abeyler gazetemiz artık dağıtımla yollanacah. Ne dersiniz, kaç istesah acaba?" Elli yeter diyen oluyor, yetmişbeş gelsin diyen oluyor... Dinliyor dinliyor ve sarılıyor telefona. "Şimdilik üçyüz yollayın, artırırız inşallah!" Çok geçmiyor gazete balyaları atölyeye inmeye başlıyor... Faruk Gürgür adlı bir ağabeyimiz var, bir insan iyisi, tam dadaş. "Emekliliğim geldi zaten" diyor "ayrılayım gitsin, gazetemizin bir satıcıya ihtiyacı olacak!" Dikkat edin dağıtıcı değil, satıcı... Yükleniyorsun gazeteleri koşturuyorsun. Kahve, dükkan, istasyon, garaj... Kolay değil sokaklar buz, hava ayaz... İşin tatsız yanı gazete kamyonu çoğu defa zamanında ulaşamıyor. Zaten dünkü gazeteyi satıyorsun, bir bakmışsın vakit yatsıya akıyor. (Erzurumda kışın yatsı 17.30'da filan okunuyor) Saat dört oldu mu istasyon, garaj kuruyor, Cürcikapısında bile adam kalmıyor.. Gazete vaktinde biterse Sırrı Amcanın keyfi yerine gelir, "hele doktor ver bi cigara!" Gazete elde kalınca efkarlanır, kahırlanır, gayri bu sıkıntıyı tütün bile paklamaz. Hasılı işe bi düzen vermek gerekiyor. Sırrı Amca çarıkları çekiyor, dostları tek tek dolanıp abone yazıyor. Onun Erzurum'da ne kadar sevildiğini o zaman anlıyorum. Üç yüz gazeteye müşteri bulmakta zorlanmıyor. "İyi, rahatlar artık" diyoruz ama o sil baştan telefona sarılıyor: "Alo İstanbul, gazetemizi 500 yapın, yetmiyo!" Beş yüz gazete kolay mı? Hani bi kuruş menfaati olsa... Durduk yerde iş alıyor başına... NEREDEN NEREYE? Tahsilat ayrı çile. Evet çamura yatan yok ama gecikiyor. Açıkları cebinden kapatıyor. Bu arada kendi işlerini boşladığını hissediyoruz, doğrama için gelenleri meslektaşlarına yolluyor. Derken Gazete'ye bir büro gerekiyor... Öyle ya bundan böyle ziyaretçiler olabilir. Ne bileyim komutandır, validir... Gemalmaz Çarşısında bir dükkan buluyor, Mahmut Sağırlı (TEK mühendisti) istifa edip geçiyor başına... Neyse biz mezun olup gidiyoruz... Aradan kaç yıl geçiyor bilmiyorum yolum düşüyor Erzurum'a... Aaa o da ne? Hilafsız iki esnaftan biri gazetemizi okuyor... Düşünebiliyor musunuz satışımız diğer gazetelerin toplamına fark atıyor. Bütün berberlerin, kahvelerin, lokantaların abone olduğunu düşünürseniz en az 100 bin okuyucuya ulaşıyor. Sonraki yıllarda da Erzurum'dan heyecan verici haberler geliyor. Muhteşem bir baskı tesisi açılıyor, ilaveler hazırlanıyor, muhabirler yetiştiriliyor... Cevval dağıtıcılar, iş bilen reklamcılar... Hem şehir hareketleniyor, hem de bünye içinde bir yarıştır başlıyor... 1 milyon 600 bin satmak kolay mı? O gayret, o muhabbet, o çalışma... Ve (Rahmetli) Hacı Sırrılar olmasa... Yarıştırmacı gazeteci SIRRI KAPLANDerince 1942... Kemal oğlu Sırrı asker ocağında... Yarıştırmacı gazeteci SIRRI KAPLANBelki otuz yıllık bir fotoğraf... Rahmetli Sırrı Amca üniversiteli gençlerle yan yana...
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.