Basının değiştirdiği toplum

Sesli Dinle
A -
A +

Batı, Osmanlıya evvelâ “Hasta adam” teşhîsi koydu, sonra da ölüm reçetelerini sunmaya başladı. Bu reçetelerin en acısı da basın yâni gazete ve dergi idi. Batı kapıyı bir def’a aralamıştı; çok geçmeden salvolar başlayacaktı...

 

 

 

Bir ülkeye yeni gelen her şeye meraklı bakışlar yönelir. Hemen benimseyenler, çekingen yaklaşanlar, “Hele bir gelsin görelim” diyenler, her yeniye karşı çıkanlar, “Bize bir faydası olur mu?” diyen pragmatistler ve daha niceleri ortaya çıkar.

 

Basının Osmanlıya gelişi ile yaşanan manzara da buydu.

 

Batı’nın basına bakışı edebî ve sosyal hayâtın normal yansıması olduğu için hiç garipsenmeyen bir olaydı.

 

Osmanlıya basın Kânûnî devrinde girseydi vakâyi’nâmelerden farkı olmazdı. Batı Osmanlıya evvelâ “Hasta adam” teşhîsi koydu sonra da ölüm reçetelerini sunmaya başladı. Bu reçetelerin en acısı da basın yâni gazete ve dergi idi. İlk çıkan gazeteler peşrev mâhiyetindeki resmî gazeteler olduğu için halka da saraya da mûnis göründü. Ama Batı kapıyı bir def’a aralamıştı; çok geçmeden salvolar başlayacaktı.

 

Basına normalde karşı çıkmak yel değirmenleriyle savaşmak gibi bir şeydi. Faydalıydı, lüzumluydu ve asrın gereği olarak buna karşı durulamazdı. Ama Batı her fırsatı değerlendirip Osmanlı aleyhine kullanabiliyordu. Zâten o aralar bütün plânları Osmanlı’yı yok etmek üzerineydi. Bunu anlayan bâzı devlet erkânı en azından bu silâhı te’sirsiz hâle getirmeye çalışıyordu. Batı’nın nüfûz alanına tam girmeyen bâzı devlet ricâli basın işine girdi. Bu meyanda Münif Paşa tarafından “Cem’iyyet-i İlmiyye-i Osmâniyye”nin yayın organı “Mecmûa-i Fünûn” faydalı yazılara imzâ atarken 1864’teki kolera salgını dolayısıyla durdurulmuş, 1866’da yeniden yayına başlamışsa da bu serüveni kısa sürmüştür. Mecmûa-i Fünûn’da ilmî değeri yüksek ve faydalı olan birçok tercüme ve te’lîf yazıları çıkmıştı.

 

Bu arada yine ilmî bir mecmua olan “Mir’at” (1862) ile yine aynı minvaldeki “Mecmûa-i İber-i İntibâh”, “İbretnümâ”, “Cerîde-i Askeriyye” (1865) sayılabilir. Fakat bu askerî ve ilmî yazıların çıkması halka fazla bir fayda sağlamamıştır. Bu ilmî yazılar bilimsel kitaplarda da vardı ve ilgililerince biliniyordu.

 

1864-1908 arası basına “İstibdâd Devri Basını” denmiştir. Profesyonel gazetecilik de bu arada başlar. “İstibdâd Devri” adını Abdülhamîd muhâlifleri takmıştır. Basının bu devredeki tek amacı Yüce Sultân’ı devirmekti. İç ve dış destekli basın ihânet şebekeleri hâlinde iftirâ, tezvir ve yalan bombardımanına başladılar. Buna rağmen bu devir matbûât organları uzun ömürlü olmuşlardır. Aslında Koca Sultân, kendi aleyhine yazılan çirkin yazılara rağmen hemen müdâhale edip kapattırmıyordu.

 

 

 

Basının değiştirdiği toplum

 

 

 

GAZETE MA’SÛMİYETİ!

 

 

 

Gazetecilik işi giderek İstanbul dışında da faâliyetlere başladı. Türkçe gazetelerin sayısı arttı. Tuna, Bosna, Envâr-ı Şarkıyye (Erzurum), Diyârbekir ve Konya 1867 ile 1869 arası gazetelerin yayımlandığı taşra illeriydi. Her mürekkep yalayan için bir dergi veyâ bir gazete çıkarmak prestij olarak görülüyor, kalitesiz yazılar ve kısa ömürlü olan bu yayın organları tutunabilmek için muhâlefet yapmaya sığınıyorlardı.

 

1864’te Fransız Basın Kanûnu’ndan alınan “Matbûât Nizâmnâmesi ile basına kânunî bir çerçeve getirildi. Meselâ imzâsız yazı yasaklandı. Tekzîb hakkı verildi. Süreli ve süresiz kapatma gibi uygulamalar da bu devirde getirildi. Buna rağmen yine de bir gazete ve dergi furyası başladı. Yeni çıkan kânun sanki biraz uyarı mâhiyetinde gibi idrâk edildi ve daha ılımlı ve ilmî yazılar devreye girdi. Ama bu ne kadar sürebilirdi ki?

 

Bu arada basın kânununa dayalı olarak bâzı tedbirler alınıyor ve uygunsuz yazılara kısıtlama getiriliyordu. Gazeteler ve dergiler bol bol çıkıyor biri kapansa bir diğeri hemen devreye giriyordu. Âdetâ ortaokul duvar gazeteleri yazılarından daha kaliteli olmayan yazılar nevzuhûr yazarlar tarafından çalakalem sergileniyordu. Konular belli ve heyecan verici idi. Meşrûtiyet, hürriyet, adâlet ve müsâvat, muhâliflerin vird-i zebânı (dillerinin en çok kullandıkları kelime) olmuş, kalemlerinden nefret ve kin kusmaya başlamışlardı. Tek hedef Sultan Abdülhamîd’i devirmek ve meşrûtiyeti getirmekti. Altyapı Abdülhamîd’den evvel hazırlanmış, Abdülazîz şehîd edilmiş, yaptıklarımız yapacaklarımızın te’mînâtıdır der gibi fitne kazanını kaynatıyorlardı. Meselâ 1867’de “Muhbir”i Filip Efendi çıkarmıştı ve ilk transferlerden biri de “Sarıklı ihtilâlci Âgâh Efendi” olmuştu. Sivri dilli karışık ve sinsi bir tip… Onun yazdığı makâleler yüzünden gazete kapatıldı. Kapatma iki def’a vukû’ bulmuş, ilk kapatma bir nevi ihtâr mâhiyetinde olmuş, buna aldırış edilmemişti. Haddini aşan yazılar âdetâ “Beni kapatın sansasyon olsun” der cinsinden yazılardı.

 

Her şeye bir kılıf bulunuyordu. Bir gazete hangi adla çıkarsa çıksın, birkaç adı devrede hazır bekliyor, kapanınca bir başka adla çıkıyordu.

 

Bunun gibi Andon Efendi tarafından çıkarılan “Muhibb-i Vatan”, 7 yılda “Memâlik-i Mahrûsa”, “Türkistân”, “Hülâsatü’l-Efkâr”, “Mirkad”ve “Lisân-ı Sıdk” gibi değişik adlar almıştır.

 

1868’de çıkan “Terakkî”nin sâhibi de Filip Efendi’dir. Onun hükûmeti tenkîd eden yazılarından dolayı gazete 1870 ve 1874’te iki def’a kapatılmıştır. Gazetelerde meşhur sîmâlara yer vererek tutunması bu devrelerin geçerli manevralarından birisiydi. Bununla ilgili olarak Ebuzziyâ Tevfîk, Âyetullâh Bey, Recâîzâde Ekrem Bey isimleri bu hamlelerdendi.

 

Gazete ve dergiler mutlakâ tutunmalıydı. Hilâfeti ve saltanâtı yıkmanın o aralarda başka yolu yoktu. Halk saltanâta ve hele hilâfete tam bir bağlılık gösteriyordu. Tanzîmatla gelişen bu hareketler bir başlangıçtı. Bu işin burada bitmeyeceğini hem İngiliz ajanı Reşîd Paşa hem de Batı çok iyi biliyorlardı. Bu yüzden çıkan gazete ve dergi adları hep mâsum ve câzipti. “Vatan”, “Efkâr”, “İbret”, “Memâlik” gibi halkın duygularını okşayan isimler anahtar kelimelerdi. Osmanlı gayr-i Müslimleri ve içerideki sefihler işin şuûrunda idiler. Halk bu devirlere kadar böyle şeylerle karşılaşmamıştı. Onlar Osmanlının zayıfladığını görüyorlar ama yine eski azametine döneceğine inanıyorlardı. Bu olamayacaktı. Buna aslâ izin vermeyeceklerdi. Ordu zayıflamış, dış elçiler Âsitâne’de şer cephelerinin merkezi olarak çalışıyor, tâkîbâta uğrayan suçlular İngiliz, Fransız veyâ Rus elçiliklerine sığınıp sonra bir şekilde Avrupa’ya kaçırılıyorlardı. Tanzîmât’ı aslâ basit bir hareket olarak görmemeli. Her şeyin daha doğrusu her şerrin başlangıcı bu Fermândır.

 

“1871’de Osmanlının Brütüs’ü Mustafa Fâzıl Paşa Tasvîr-i Efkâr matbaasını satın alıp Ebuzziyâ’ya hediye etti.

 

Ebuzziyâ, Nâmık Kemâl’i gazetenin çatısı altına yerleştiremedi. Nâmık Kemâl 1872-1873 senelerinde kudretlerinin bütün ölçülerini verdi. Îcâbında iki üç gazeteye birden en pervâsız bir dille makâle yazacak, tenkîd edecek, tekliflerde bulunacak, devrinin en uyanık adamı ve uyananlar içinde en te’sîr edici şekilde konuşanı sıfatıyla teker teker adresine alacaktır…

 

…O, böyle bir hareketi uyandırmak ve beslemek için lâzım gelen vasıfların çoğuna sâhipti. Etrâfını kendisine bağlayan sârî bir şahsiyeti vardı… Cem’iyetimizin ihtiyaçları üzerinde durmuş, düşünmüştü. Bütün taşkın görünüşlerine, saflıklarına rağmen kendisine has vuzûhlu bir görüşü vardı.

 

Kemâl ve arkadaşları: “İbret”, halka kavâid-i siyâsiyye (siyâset kuralları) öğretecek ve medeniyet yolunda rehberlik edecektir. Ayrıca daha elverişli bir basın kânunu elde etmek için çalışacaktır.” diyorlardı.

 

İbret gazetesi Mahmûd Nedim Paşa’nın sadâretinin son zamanlarında 19. sayısındaki Kemâl’in “Garaz marazdır” adlı yazısı üzerine dört ay müddetle tâtil oldu. Kemâl de Gelibolu mutasarrıflığıyla uzaklaştırılmak istendi.”

 

Diyojen ise daha evvel Mısır mes’elesine dokunduğu için tâtil edilmişti

 

(Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar, 19.Asır Türk Edebiyâtı Târihi, Çağlayan Kitabevi, s,335-336, Ankara 1967)

 

 

 

Basının değiştirdiği toplum

 

 

 

HANIMLARA YÖNELİK BASIN

 

 

 

1839 Tanzîmatla başlayan modernleşme Osmanlı toplumunun değişmesi için kadının değişmesi fikrini de taşıyordu. Tanzîmat paşalarının konaklarında verdikleri yemekli toplantılarda hanımların yavaş yavaş açılmaya başlaması, bir masada yenen erkekli-kadınlı yemekler, giderek klâsik Osmanlı sazlarının yerine bilhassa piyanonun girmesi, Avrupâî dekorasyonlar az da olsa boy göstermeye başlıyordu.

 

Bu arada Filip Efendi’nin iki def’a kapanıp özellikle Ebuzziyâ ile takviye ettiği Terakkî gazetesi, bir yeniliğe daha imzâ atıyor ve “Hanımlara Mahsus” adlı haftada bir yayımlanan ilâvesi ile kitle genişletme amacını ortaya koyuyordu. 1869 ‘da yayımlanan ve “Terakkî”nin eki olan bu dergide Avrupalı ve Amerikalı kadınlar, devir gereği eleştirilirken bir yandan da yüceltici yorumlar yapılıyordu. Batıyla ilgili yaklaşımda dînin etkisi vurgulanıyor fakat bu konuda hassas olmak gerektiği için çekingen davranıyorlardı. Asliyyet îtibâriyle bu ilâve o gün için radikal sayılabilecek bir yayın organıdır.

 

Bu hanım ilâvesinde Avrupâî moda, modern ev dekorasyonu, piyano köşesi gibi yenilikler yer alıyordu. Bu yayında fotoğraflar, modern hayat ilkeleri gibi konular da vardı.

 

Terakkî dergisi Avrupa, Amerika ve Rusya’da gelişen kadın hareketlerini Osmanlı kadınına aktarıyor yeni bir profil ortaya çıkarmaya çalışıyordu.

 

Bu dergilerin kapakları ve içindeki fotoğraf ve çizimler Müslüman Türk kadınının çok ötesindeydi.

 

Hızla değişen hayat şartları, kadınları kamusal alana yönlendiriyor, eskiden bağ, bahçe ve küçük iş yerleri veyâ hanımlara mahsus atölyelerde çalışan kadınlar roman, tiyatro ve diğer organlar eliyle sokağa çağrılıyor, ev hanımlığı ve annelik ikinci plâna atılıyor ve “Kadınlığının farkında ol ve dik dur” temaları kadın dönüşümünü hızlandırıyordu. Bin senelik gelenek yıkılıyor ve geleceğin iş kadınları, yuvalarda büyüyecek çocuklar ve evde erkek kadın sürtüşmeleri ve ekonomik özgürlüğünü eline alan kadının baş kaldırışı 100 yıllık bir proje sahnelenmeye başlıyordu.

 

1875’te Selânik’te çocuklar için de bir dergi çıkar: “Âyîne”

 

İstanbul’da yine “Vakit” yâhut “Mürebbî-i Muhadderât” adıyla iki haftada bir yayımlanan bir dergi çıkar. Âilenin toplum ve âile fertleriyle olan münâsebetlerini işler gibi idrâk edilen bu dergiler, mâsum gibi görünmesine rağmen geleneksel toplum yapılarını felç ediyordu.

 

Yine 1886’da yayımlanan “Şükûfezâr” (çiçek bahçesi) “saçı uzun aklı kısa” deyimine savaş açtığını belirterek yazarlarını da sâdece hanımlardan oluşturmuştur. Derginin kurucusu Ârife Hanım belki de ilk feminist gazetecidir. Bu dergide yazan kadınların hepsi Dârü’l-muallimât (kız öğretmen okulu) mezûnudur. Bu derginin en önemli özelliği kadının rolünün ev içinde tanımlanmaması olmuştur. Yazarlar verdikleri fotoğraflarda Osmanlı hanımı görüntüsünde iken ilâvede boy boy kadın erkek fotoğrafları veriliyor, bu fotoğraflarda kadınlar tamamen Avrupâî bir kıyâfetle sergileniyordu. Net bir feminist hava verememekle birlikte, ev hanımlarına dışta çalışmayı teşvik etmesi, erkek gölgesinde kalmaması gibi telkinlerde bulunuluyordu. Bu konular o günler için son derece sivri ifâdelerdi.

 

Bütün bu değişimlerin en belirgin örneği Hâlide Edîb Adıvar’ın “Tatarcık” romanının konusunu hazırlar gibidir. Poyraz köylü Lâle babasını kaybedince geçim derdine düşer, giydiği bir nevi pantolon ve bisikletle gezmesi, kışkırtılan köylünün Lâle’ye saldırmaları, Lâle’nin okuyup İngilizce öğretmeni olması, kısacası dik duran bir kadının ve tolumda ağır tenkîdlere mâruz kalan “Vurun Kahpeye”deki Aliye öğretmenle, İngilizce öğretmeni Lâle’nin hayatları kesişir. Hâlide Edip romanlarında aslen kendi profilini çizmiştir. Yâni modern bir Cumhûriyet kadını…

 

1908’den sonra çıkan kadın mecmûaları giderek sıklaşırken 1919’da çıkan “İnci”de ilk def’a sıkma baş kenarından çıkan saçlara ilâveten, açık gerdanlardaki takılar ve makyajlı hanımlar boy göstermeye başlıyordu.

 

1839’da atılan tereddütlü adımlar 1860’lardan sonra pervâsız bir şekilde gelişmiş, giderek derinleşen bu ayrışma Cumhûriyet balolarının vazgeçilmez kadınlarını meydana getirmiştir. (Kısmen Faydalanılan Kaynak, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergâh Yayınları, C.1, ss317-320, İstanbul, 1976)

 

 

 

ÂİLELER PARÇALANIYOR

 

 

 

Gelelim günümüze… Kadınların boşanmalar sonunda hürriyetlerini ellerine almaları, iş insanı olmaları, erkeklere muhtaçlıktan kurtulmaları gibi cafcaflı sözler güzel görünse de, sonuç öyle görünmüyor:

 

2001’de boşanma sayısı 92.000’di. Bu sayı 2019’da 157.000 olurken 20 yılda boşanma oranı %90 arttı. 2019’da bu sayı 157.000 olurken 2021’de 174.000 oldu. 2021’de 567.000 evlilik yapılırken 174. 000 boşanma oldu. İşte özgür kadınların zaferi! Yıkılan yuvalar ve sönen hayatlar…

 

Bu sonuçla ana babasız çocuklarda bağımlılık yaşı %34 olurken 2020’de 136.000 çocuk ana babasız veyâ kimsesiz kaldı.

 

Bunların hepsi modern ve özgür kadının zaferi! Âile çökmüş, çocuklar sersefil kalmış, her üç evlilikten biri boşanma ile son bulmuş ne gam! Kadın özgür ve Batılı oldu ya!

 

Burada gelişen şartlarda kadınların toplum hayâtına katılmaları kaçınılmaz gibi görünen bir hâdise olmakla birlikte, bu gelişimin büyük bir sabırla ve inatla işlenişi dikkat çekicidir.

 

Amaç Batılı, mutsuz  ve yıkılmış âileler; buna dayalı olarak sâhipsiz bir nesil... Türk-İslâm ahlâkından bir şeyler kaybettiğimiz her gün bu felâkete daha çok yaklaşıyoruz…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.