Yavuz Sultan Selîm Hilâfet’i almadı mı?

Sesli Dinle
A -
A +
Uzun araştırmaları berâberinde getiren bir konu olan Hılâfet, Hazret-i Peygamberle ilgili olduğu için kudsiyeti müeyyed (kuvvetli) bir müessese idi. Dahası kendisinden sonra ona en yakın olan 4 halîfe aynı zamanda da Efendimizle var olan akrabâlık ve hısımlık yoluyla daha da kuvvetlenmişti. Şurası da muhakkak ki her ne kadar Râşid Halîfelerin Hazret-i Peygamber’e hısımlık ve akrabâlıkları varsa da, bundan ziyâde Eshâb-ı kirâm’ın en üstünleri olmalarından kaynaklanan bir durum da ortadaydı.
 
Hılâfet’in ilk yılları yâni Şeyhayn (Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer) devreleri en pürüzsüz zamanlardır. Hazret-i Osman’la fitne unsurlarını devreye sokmaya başlamışlardır.
Akrabâlık veyâ hısımlık Hılâfet’in aslî şartlarından değildi ama seçim şartlarından biriydi; velîahdlik gibi… Gerçi Efendi’miz âilevî kurbiyet ve sıhriyete (nikâh yoluyla olan bağ) çok önem vermiştir. Hattâ zevcât-i tâhirâtından olanlara da çok yakınlık göstermiştir.
 
Îmâ ile de olsa Efendimiz’in Hazret-i Ebû Bekr’i halîfeliğe lâyık görmesi ve imâmete halef olarak ta’yîn etmesi de çok önemliydi, ama Hazret-i Ebû Bekir’in takvâsı ve sadâkati sıhriyetinden çok daha mühim görülmüştür.

HILÂFET VE MES’ÛLİYET

Halîfelik Hazret-i Peygamberle ilintili olduğu için o kadar hassas ve mes’ûliyetli bir yüktü ki, ikinci halîfe Hazret-i Ömer, halîfe yerine “Emîre’l-mü’minîn” unvânını kullanmıştır. Sonra gelen halîfelerin büyük bir kısmı da bu yolu tercîh etmişlerdir. Osmanlılar da halîfe yerine daha çok “sultan” veyâ “han” unvânını kullanmışlardır.
 
Halîfe veyâ emîrin ilk görevi insanları Kur’ân-ı kerîm naslarına ve sünnetlere uydurmaktı. Zâten şartlar yerine geldiğinde halîfeye uymak vâcip olmuştur. Halîfe ictihâd ve hüküm konularında diğer müçtehitler gibi davranır ve istişâre sonuçlanınca icmâ’ oluşurdu.
 
İlk üç halîfede akrabalık yoktu ve bu üç halîfe de ayrı âilelerdendi. Hazret-i Ebûbekir Temîmoğulları’ndan, Hazret-i Ömer Adiyoğuları’ndan, Hazret-i Osmân ve Hazret-i Alî ise Abdimenâfoğulları’ndandı.
 
Âile problemi olmayan ilk halîfelik dönemlerinde istişâre en öne çıkan unsurdu ve bu konuya da en çok Hazret-i Ömer önem veriyordu. Bu demek değildir ki diğer halîfeler bu konuda hassas değillerdi. Onlar Resûlullah’ın en güvendiği dostları, Eshâb-ı kirâm’ın en seçkinleri idi. Hazret-i Ömer’in danışmanları ensâr ve muhâcirîn hazretleriyle birlikte bir nevi bugünkü danışma meclislerinin çok üstünde olan Kureyş’in umûr-dîdeleri (görmüş geçirmişler) olan Osmân b. Affân, Abbâs b. Muttalib, Abdurrahmân b. Avf ve Alî b. Ebî Tâlib’di.
 
Hılâfetin ilk yılları nispeten dar bir coğrafyada ve Sahâbe-i kirâm’ın temeli olan ensâr ve muhâcirler arasında geçtiği için bir problem olması zâten düşünülmezdi.
 
Hazret-i Osman’la başlayan sıkıntılı devir Hazret-i Alî döneminde de birtakım mes’elelerin ortaya çıktığı zamandır. Hazret-i Osmân’ı soy tutuculuğu ile haksız suçlamalar bu yüksek ahlâklı halîfenin aslâ nefsî olamayacağını anlayamayanlar tarafından ortaya atılıyordu.

HAZRET-İ ALÎ VE HAZRET-İ MUÂVİYE’NİN İCTİHÂDLARI

Hazret-i Alî ve Hazret-i Muâviye ictihâdlarında haklı buldukları delillerle farklı düşüncede idiler. Meselâ Hazret-i Alî, halîfe seçiminde bu hakkın sâdece Medînelilere âit olduğunu savunuyordu. Hazret-i Alî’ye göre başka şehirlerde oturanlara bu hak tanınmamalıydı.
 
Hazret-i Muâviye ve Sûriyeli taraftarları ise farklı düşünüyor ve bî’atin (bey’at) ancak İslâm’ın yayıldığı bütün şehirlerin rızâsıyla tamamlanabileceğini ileri sürüyorlardı.
 
Hazret-i Alî tezinde (ictihâd) şu yönden haklıydı: Medîne ensâr ve muhâcirlerin bulunduğu bir belde olup Sahâbe ve ensârın yâni ilk Müslümanlar’ın ve Kur’ân-ı kerîmde övülen kişilerin beldesi olmasıdır. Tabîî ki bu zâtları en emîn olarak görmek gerekiyordu.
 
Hazret-i Muâviye de tezinde (ictihâd) şu yönden haklıydı: İslâmiyet zamanla gelişip yayılıyordu. Belli ki ileride başka kıt’alara da yayılacaktı. Bu durumda halîfe seçilebilecekler Kureyşî veyâ Medîneli de olamayabileceklerdi.
 
Hazret-i Muâviye’nin ictihâdı kabul görmeseydi Osmanlının hilâfeti de sübût bulmayabilirdi.
Başlangıçta halîfelerin özel bir kıyâfetleri, makâmı ve korumaları yoktu. Hattâ Hazret-i Ömer, Sa’d ibn Ebî
Vakkâs’a halkın dilek ve şikâyetlerini dile getirmede bir engel olmaması için vâlilik makâmının kapısını yakmasını emretmişti.
Şimdi memleketimizde de bâzı idârî âmirler, makâm kapılarını kapatmayarak Yüce Halîfe’nin sünnetini yerine getiriyorlar.
Hazret-i Muâviye Sıffin Savaşı ve Hakem Olayı’ndan sonra Hazret-i Hasan’ın hılâfeti kendisine devretmesiyle bütün İslâm dünyâsının en geniş coğrafyada kabûl gören bir makâma sâhip oldu.
 
Hazret-i Muâviye’nin hılâfetinde İslâm Dünyâsı üç ana gruba ayrılmış durumdaydı: 1) Sûriye civârında Ümeyyeoğulları tarafdarları. 2) Hazret-i Alî taraftarları. Bu grup Hazret-i Alî’nin hılâfete daha lâyık olduğunu savunuyorlardı. Bunlar daha çok Irak ve Mısır taraflarında bulunuyorlardı. 3) Haricîler (Havâric). Bunlar hem Hazret-i Alî’ye hem de Hazret-i Muâviye’ye karşı idiler. Bu grup kendilerine muhâlefet edenleri öldürmeyi bile mübâh sayıyordu.
 
Burada göze çarpan ilk iki grubun fikirlerinin de ma’kûl olduğudur. Fakat Hâricîler çok azgın ve ictihâdları dinlemeyen bâtıl bir gruptu. Yâni bunlar her iki halîfeye de aynı derecede düşmandılar.

ABBÂSÎLER

Halîfelik en uzun süre Abbâsîlerde kalmıştır. 750 târîhinden sonra Hılâfet’e bu soy sâhip olmuştur. Bu isim Hazret-i Peygamber’in amcası Hazret-i Abbâs’tan geldiği için bu nispetle anılmışlardır. Sünnî Müslümanların bu ruhânî istinâdı 1258’e kadar Bağdâd’da, sonra da Kâhire’de devâm etmiştir.
Memlûkler Hılâfet’i alınca İslâm’ın mukaddes şehirlerine de sâhip oldular ve tabîî olarak da artık Mekke, Medîne ve Kudüs onların elindeydi. Bundan da bir hayli istifâde ediyorlardı. Ayrıca dünyâdaki dört Ortodoks Patrikliğin üçü de Memlûk topraklarındaydı. Bunlar İskenderiye, Kudüs ve Antakya idi. O zaman Moskova’daki beşinci Patriklik henüz yoktu. Hılâfet’in Türklere geçmesi bütün bu mânevî üstünlüklerin de Osmanlıya geçmesini sağlıyordu.

YAVUZ SULTAN SELÎM HAN’IN HILÂFETİ

Sultân Selîm-i evvel’in (Yavuz Selîm) Mısır Seferi, İslâm birliğinin kurulması içindir. Bir tarafta Mısır’da Şiî Fâtımî Hılâfeti, diğer yandan meşrûiyyeti tartışma zemîninde olan Memlûk halifeliği. Adı Kölemen (Memlûk) olan bu devletin halifeliği temelde zâten tartışmaya açıktı. Her ne kadar bu devlet sâdece kuruluşundaki bir statüden dolayı bu adı almış olup sonrasında kölelikle münâsebeti kalmamış olsa bile adıyla da olsa sıkıntılıydı.
 
Memlûk Hilâfeti Sünnî idi. Bu yüzden i’tikâdî yönden bir mahzûru görülmüyordu. Fakat Hılâfet’in en temel ilkelerinden biri olan güç ve otorite artık Osmanlıyı gösteriyordu. Ayrıca Memlûk Devleti, Osmanlı için bir tehdît oluşturmaya başlamıştı.
Yavuz Mısır’dan dönerken son Abbâsî Halîfesi III. Mütevekkil Alallâh’ı, amca oğulları Ebû Bekir ve Ahmed’i, Mısır’ın Şâfîî olan Kâdiyyü’l- kuzâtı ve daha birçok ulemâ ve hatırlı kişileri İstanbul’a getirip onlara izzet ve letâfetle muâmele etmiştir. III. Mütevekkil Alallâh üç yıl İstanbul’da yaşamış ve çok hürmet görmüştür. Yavuz, son halîfenin İstanbul’da bulunmasının kendisi için aslâ bir tehdîd oluşturmayacağından o kadar emîndi ki ona hiçbir zaman gözetimde gibi davranmamıştır. Mütevekkil, Kânûnî zamânında yurduna dönmüş çok iltifât görmesine rağmen hiçbir zaman ona bir halîfe muâmelesi yapılmamıştır. Bu da Osmanlının aldığı karalarda ne kadar isâbetli olduğunu gösterir.

AYASOFYA’NIN EHEMMİYETİ

Kuvvetli bir rivâyete göre III. Mütevekkil yâni Osmanlıdan evvelki son halîfe, Yavuz’a İstanbul’a döndükten sonra Ayasofya Câmii’nde yapılan bir merâsimle Hılâfet’i devretmiştir. (Burada önemli bir madde başını da dile getirelim: Osmanlıda kutlama günleri devlet ricâli meşâyıh ve ulemâ Ayasofya Câmii’nde öğle namâzını kılıp saraya gelirler ve Bâbüssaâde önünde Bâbıâlî’den Ayasofya’ya gelip toplanırlardı. Sadrıa’zam da halkıyla birlikte Ayasofya’ya gelir burada Şeyhulislâmla birlikte öğle namâzı kılınıp saraya geçilirdi. Bu törenler sırasında Hırka-yı saâdet dâiresine de mutlakâ uğranılırdı. Kandil kutlamalarının mekânı da Ayasofya Câmii idi. Mevlidlerde Ayasofya’da bu câmiin ve Sultanahmed’in şeyhi de vaaz verirlerdi. Kadir Gecesi pâdişâh büyük bir merâsimle Ayasofya Câmii’ne gelirdi. Bâbüssaâde’den Ayasofya’ya kadar uzanan yolun iki tarafı alay geçişi için kandiller, fânuslar ve meş’alelerle aydınlatılırdı. (Kısmen Faydalanılan kaynak, Ahmet Önal. İnternet sitesi, Büyük İstanbul Târihi, Pâyitaht İstanbul’da Osmanlı Merâsimleri, C.3)
 
Yâni Ayasofya sâde bir câmi değil Osmanlının kalbi gibiydi. O alındıktan ve İslâm’ın ma’bedi yapıldıktan sonra Haç’ın beli bükülmüştür. Bunu en güzel anlatan mısra’lar Yahyâ Kemâl’in “İstanbul’u Fetheden Yeniçeri’ye Gazel”inde dile gelmiştir.
 
“Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-i hilâl için /////Gelmiş bu şehsuvâr-i cihângîr aşkına------ Düşsün çelengi Rûm’un eğilsin ser-i Firenk///// Vur Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına” (Küfrün kilisesine (Ayasofya) hilâli dikmek için ve gelmiş en büyük cihângîr aşkına vur. Rum’un başlarına taktıkları çelenkleri düşsün ve Hristiyan dünyasının başı eğilsin ve sen Türk’ü gönderen ilâhî takdîr aşkına vur.)
 
İşte Ayasofya buydu. Bir takdîr ve kader mes’elesiydi. İslâm’ın şeref ve izzetiydi. Minârelerinden okunan beş vakit Ezân-ı Muhammedî, İstanbul semâlarından dünyâya “Lâilâhe illallâh Muhammedü’r- resûlullâh” diye i’lân ediliyordu.
 
Ayasofya Halîfeliğin ilân edildiği bir câmi olması dolayısıyla, makâm-ı saltanattan evvel mîrâs-ı Nebî aleyhissalâtu vesselâm olduğu için kudsiyeti tescîl edilmiş mukaddes bir makâmdı. Bu câmi’ protokolde birinci sırada yer alıyordu.
Aslında Yavuz 29 Ağustos 1516’da Haleb’de ilk Cum’a namâzında adına hutbe okunduktan sonra hılâfetini i’lân etmiştir. Yavuz’a İstanbul’da ayrıca Eyyûb Sultân Câmi’-i şerîfinde de yine Mütevekkil tarafından kılıç kuşanıp hil’at giydirilmiştir.
 
El-Ezher’den getirilen ulemâ ve Osmanlı ulemâsı bir meclis kurup Sultan Yavuz’un halîfeliğinin şer’-i şerîfe uygun olduğunu kabûl edip Hılâfet’in Osmanlıya geçtiğini de tasdîk etmişlerdir. (Kısmen Faydalanılan Kaynak Yılmaz Öztuna, Büyük Osmanlı Tarihi, Ötüken Yayınları, 2. c. S. 28-30,
İstanbul, 1994)
 
Yavuz’un bunca alâmetlere rağmen Halîfeliği almadığını iddiâ eden târihçiler de vardı. Fakat genelde Türkmen saz şâirlerinin halifeliğe sıcak bakmadığı bilinmesine rağmen Karacaoğlan’ın Nemçe Desânı’ndaki mısra’ları oldukça dikkat çekicidir: “Hâzır ol vaktine Nemçe kralı///Yer götürmez asker ile geliyor/// Patriklerin inmiş tahttan diyorlar/// Bir halîfe kalmış o da geliyor. /// Kaçma kâfir kaçma ölümün şimdi/// Hacı Bektaş Velî kalkmış geliyor.”
Kânûnî’nin ilk Viyana seferi 1529’dadır ama bu sefer Karacaoğlan şiiriyle târihî yönden uyuşmamaktadır. Dolayısıyla bu destan muhtemelen 4. Mehmed dönemindeki Viyana seferinde yazılmış olmalıdır.
 
Haleb’de Hatîb Efendi hutbeyi Yavuz Han adına okurken ve ondan bahsedip “Hâkimü’l-haremeyn” (Mekke ve Medîne’nin hâkimi) deyince Yavuz edeple yerinden doğrulup “Estağfirullâh, biz kimiz ki Resûlullâh Efendi’mizin iki mübârek şehrine hâkim olalım! Biz olsak olsak o iki beldenin ve halkının hizmetçisi olabiliriz. Biz ancak Hâdimü’l-haremeyniz” demiştir.
Yavuz Han, bu hâdiseden sonra câmideki seccâdeyi kaldırıp Mermer taşlara gözyaşları içinde şükür secdesine kapanmıştır. Sonra da sırtındaki kaftanını çıkarıp Hatîb Efendiye giydirmiştir. Çünkü Yavuz, Hatîb Efendiye hutbenin kendi adına okunması için bir telkinde bulunmamıştı.
 
Yavuz, Hılâfetle birlikte Emânât-ı mukaddese’yi de (kutsal emânetler) İstanbul’a getirdi ki bunlar da Halîfeliğin sembollerinden sayılmıştır.
 
Yahyâ Kemâl, Revân Köşkü’nü gezerken bir Kur’ân okunuşuna şâhit olur ve “Nereden geliyor?” diye sorar.
Hırka-i saâdet Dâiresi’nden geliyor” derler.
 
Peygamber’imizin hırkasının saklandığı cennet gibi yeşil bir odanın Türkkârî penceresi önünde durduk. İçerde iki hâfız vardı. Biri ellerini kavuşturmuş, gözlerini yummuş oturuyordu. Diğeri diz çökmüş müsterih ve yüksek bir sesle (Kur’ân) okuyordu. Rehberimize sordum: “Hırka-i saâdet önünde Kur’ân ne zaman okunur?” Dedi ki: Dört asırdan beri, her saat geceli gündüzlü… Yavuz Sultân Selîm Hırka-i saâdet’i Mısır’dan getirip bu odadaki mevkî’ine koyduğundan beri kırk hâfız nöbetle Kur’ân okur. Türk târîhinde bir dakîka bile burada Kur’ân kesilmemiştir. Gezintimde bir hakîkati keşfettim: Bu devletin iki ma’nevî temeli vardır: Fâtih’in Ayasofya minârelerinden okuttuğu ezân ki hâlâ okunuyor; Selîm’in Hırka-i saâdet önünde okuttuğu Kurân ki hâlâ okunuyor.”
 
Bu yazı ilk def’a 30 Mart 1922’de Tevhîd-i Efkâr Gazetesi’nde neşrolunmuştur. (Azîz İstanbul, Yahyâ Kemâl, 29 Mayıs 1964, s, 120, Fetih Cem’iyeti Neşriyâtı, İstanbul)
Ayasofya 1934 yılında Bakanlar Kurulu kararnâmesi ile müzeye dönüştürülmüştür. Yıllar sonra, 24 Temmuz 2020’de Diyânet İşleri Başkanı’nın “Ayasofya Fethin Nişânesi” adlı hutbesiyle dışarı taşan cemâatin gözyaşları ve şükür secdeleriyle tekrâr ibâdete açılmıştır.
 
Hırka-ı saâdet dâiresindeki 24 saat Kur’ân-ı kerîm okuma geleneği ise 1924 yılında yasaklandıBurada Yavuz’un Mısır fethinden döndüğü 25 Temmuz 1518’den halifeliğin ilgâ edildiği 3 Mart 1924 gününe kadar 405 yıl, 7 ay, 9 gün bir dakika bile ara verilmeksizin Topkapı saray-ı hümâyûnu’nun Hırka-i saâdet Dâiresi’nde hâfızlarca Kur’ân okunmuştur. Hattâ bir rivâyette de ilk cüz’ün Yavuz Sultân Han tarafından okunduğu dile getirilmiştir. Gececiler nöbeti 16.30’da devralıyor ertesi sabah 8.30’a kadar okuyorlardı. Bir gecede üç kişi nöbet tutuyor ve bir saat dinleniyorlardı. Bu görevli hâfızlar bayram ve diğer kutsal günlerde de görevlerine devâm ediyorlardı.
İşte Ayasofya ve Hırka-yı Saâdet dâiresinin hazîn hikâyesi. Ama sonu mutlu biten bir hikâye…
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.