Geçtiğimiz günlerde Avrupa Birliği'nin, özellikle de Fransa’nın Türk devletlerine yönelik Kıbrıs hamlesine hepimiz tanık olduk.
Avrupa’nın KKTC’yi dışlayarak Güney Kıbrıs’ı merkeze alan planı, Özbekistan’da düzenlenen AB-Orta Asya Zirvesi’nde gün yüzüne çıktı. KKTC’nin bağımsızlığını görmezden gelen bu Avrupa girişimine, Kazakistan başta olmak üzere Orta Asya’daki bazı Türk Devletleri de zemin hazırladı.
Türkiye, bu gelişmelere şaşkınlık göstermeksizin arka planda sürece müdahil oldu. Bu tabloyu satranç tahtasındaki bir hamle olarak değerlendirmek gerekir. Avrupa’nın bu adımına karşılık, Cumhurbaşkanı Erdoğan Macaristan’da gerçekleşen Türk Devletleri Teşkilatı zirvesinde Kıbrıs meselesini yeniden gündeme taşıyarak karşı bir adım attı.
Macaristan’ın ev sahipliği yaptığı gayriresmî zirvede, Devlet Başkanları Konseyi’nin kabul ettiği bildiride Türk Devletleri arasındaki birlik, beraberlik ve dayanışma ön plana çıkarılmış; KKTC’ye yönelik güçlü bir destek ifade edilmiş ve Türkiye açısından önem arz eden maddelere yer verilmiştir.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin, diğer gözlemciler olan Macaristan ve Türkmenistan ile birlikte Türk Devletleri Teşkilatı’nın ayrılmaz bir parçası olarak gösterilmesi, esasen yaklaşan büyük adımın bir işareti olarak değerlendirilmelidir.
Avrupa’nın, özellikle de Fransa’nın, yeni ticaret yollarında söz sahibi olma arzusu bilinen bir gerçektir. Bununla birlikte Fransa, Türkiye’nin bölgedeki rolünü üstlenme çabalarını da açıkça ortaya koymaktadır. Paris’in İran üzerinden bölgeye nüfuz etme girişimi ise yeni bir gelişme değildir. Bu duruma Vatikan perspektifinden bakıldığında, Fransa’nın üstlendiği misyon da daha net anlaşılmaktadır. Bu bağlamda Fransa, küresel paylaşım sürecinde kendi varlığını diri tutmaya çalışırken, aynı zamanda Vatikan’ın stratejik vizyonunda önemli bir siyasi aktör rolünü üstlenmektedir.
Medeniyetler çatışmasıyla yönlendirilen dünyada, Fransa’nın attığı her adım dikkatle gözlemlenmelidir. Başkan Erdoğan ile Macron arasında Arnavutluk’ta yaşanan “parmak” diyaloğu da bu çerçevede değerlendirilmelidir. Erdoğan’ı yakından tanıyanlar iyi bilir ki, onun hiçbir sözü ya da hareketi tesadüfi değildir. Macron’un parmak hareketi, Fransa’nın Türkiye’nin nüfuz alanına yönelik ısrarcı tutumunun bir sembolü olarak görülmelidir. Erdoğan’ın oturduğu yerden Macron’a verdiği tepki ise, kullandığı beden diliyle birlikte perde arkasında süren güç mücadelesinin bir yansımasıdır.
Macron’un Türkiye’nin nüfuz alanına yönelik hamlelerine karşı, Türk Devletleri Teşkilatı üzerinden ileride farklı siyasi hamlelerle daha stratejik ve etkili adımların atılması muhtemeldir. Bu adımların işaretleri, Rusya-Ukrayna hattındaki gelişmelerde de hissedilmektedir. Öte yandan, Fransa, Ermenistan’ı kendisi için elverişli bir alan olarak konumlandırmış ve bu durumu değerlendirmek adına yoğun bir diplomatik faaliyet yürütmektedir.
Mesele ulaşım hatları, ticaret yolları ve stratejik geçiş güzergâhlarıdır. Bu gerçeğin altını sürekli çizmek gerekir. Tıpkı Orta Doğu gibi, Türkistan da büyük güçlerin çıkarlarının çakıştığı bir merkez konumundadır. Pasifik eksenli küresel rekabetin derinleştiği bu dönemde, Türk Devletleri Teşkilatı’nın önemi daha da artmaktadır.
Kısa, orta ve uzun vadeli perspektiften bakıldığında, atılan adımların her zaman dilimi için farklı etkileri ve karşılıkları olacaktır. Ankara’nın, Orta Asya ile Türkiye arasına set çekilmesine müsaade etmemesi, esasen uzun vadeli hedeflere odaklandığını ortaya koymaktadır.
KKTC, sadece Türkiye için değil, aynı zamanda Türk Devletleri için de stratejik öneme sahiptir. Gelecekte şekillenecek olan dünya düzeninde, kazanan taraflar; iş birliklerine açık, ittifaklar kurabilen ve ortak değerlerde birleşebilenler olacaktır. Türkiye de bu ortak gelecek vizyonunda “Türkistan” fikrine artık daha derinlikli ve çok boyutlu bir perspektiften yaklaşmakta ve yaklaşmalıdır...
Sevil Nuriyeva’nın önceki yazıları…