Hadis-i şerif * Beş vakit namaz ve Cuma namazı, gelecek Cumaya kadar ve Ramazan orucu, gelecek Ramazana kadar yapılan günâhlara kefârettirler. * Bu aya Ramazan denmesinin sebebi, günahları yakıp erittiği içindir. [İ.Mansur] * Cuma günlerinde bir an vardır ki, müminin o an ettiği dua red olmaz. [Se'âdet-i Ebediyye] ------------------------------- Hıristiyanların çoğu, Türkleri uğursuz, barbar ve imansız insanlar sanırlar. Hâlbuki Türkleri yakından tanıyanların edindikleri intiba tamamen farklıdır. Zira Türkler, "Başkasına, ancak bize yapılmasını istediğimiz şeyi yapmak" kaidesine uygun hareket eden son derece iyi insanlardır. Türkler, Hıristiyan olsun, Yahudi olsun herkese aynı şekilde saygı gösterirler. Bir Türk kadar Hıristiyan'ın da malının çalınması ve aldatılmasının mubah sayılmayacağına kanidirler. Bununla birlikte, Frenklere neden bu kadar sû-i muamele yapıldığı sorulabilir. Bunları, şarktaki Frenkler arasında hüküm süren kötü bir kıskançlık yüzünden birbirleriyle çatışan Hıristiyanlarla Yahudilerin yaptırdığında şüphe yoktur. Türkler, çok dindar ve merhametlidirler. Dinleri uğruna çok gayret sarf etmekte, onu bütün dünyaya yaymaya çalışmakta ve bir Hıristiyan'ı beğenip sevdikleri zaman ondan Müslüman olmasını rica etmektedirler. Büyük saygı besledikleri padişahlarına son derece sadık ve itaatkârdırlar. Padişahlarına ihanet edip Hıristiyanların tarafına geçen bir Türk'e rastlamaya imkân yoktur. Türkler birbirleriyle pek münakaşa etmezler. Şehirde, askerler de dâhil, kimse silâh taşımaz. Pek az kavga ederler, düello nedir bilmezler. Bu Hazret-i Muhammed'in kavganın iki büyük kaynağı olan şarap ve kumarı yasaklamasının neticesidir. Gerçekten halis Türkler şarap içmezler; içenleri de afyon içenlerle bir tutarlar. > Hile yapmak kimin haddine! Türkiye'de her şey bol ve ucuzdur. Yeşil nohut veya başka meyveler, bizim memleketimizde olduğu gibi altın pahasına satılmaz. Bir Türk'e pahalı mal satmak isteyen biri çıksa ya orada dövülür yahut adaletin huzuruna çıkarılarak, değnek cezasına mahkûm edildikten başka tazminat da ödetilir. Bu sebepten mal satanların tartılarını kontrol eden memurlar, her gün satıcıları kontrol ederler. Eğer terazisi hileli olan veya pahalı satan bir satıcıya tesadüf ederlerse derhal değnek cezasını infaz ederler ve ayrıca tazminata da mahkûm ederler. Öyle ki, satıcılar bu cezalardan korkarak, umumiyetle tartılan malı üzerine bir miktar daha ilâve ederler. Böylece pazara ne almak istediğini söyleyebilecek küçük bir çocuğu da göndermek mümkündür. Zira o çocuğa yolda rastlayacak zabıta memurları, malı kontrol edip, eksik buldukları takdirde, satıcısını derhal cezalandıracakları için, kimse çocukları aldatmaya cesaret edemez. Bir sefer, libresi 5 akçeden nar satan bir adamın, tartısının yanlışlığı yüzünden dövüldüğüne şahit oldum. Bir çocuğa soğan satan bir başkasına da, çocuğa yolda rastlayıp noksanını tespit eden zabıta memurlarının 30 değnek vurduklarını gördüm. > Dünyanın en medeni halkı Bütün Türkler bir fikir üzerinde teemmüle dalmış filozoflara benzerler. Göz ve ağızlarından kesif bir iç hayatın ifadesi okunur. Hepsinin hareketlerinde aynı ciddiyet, konuşma, bakış ve mimiklerde aynı itidal mevcuttur. İnsan, küçük bir bakkaldan paşaya kadar bütün Türklerin aynı okuldan yetişmiş, aynı asalet mertebesine sahip büyük senyörler olduklarını zanneder. O kadar ki, İstanbul'da halk tabakasının bulunduğunun farkına bile varmaz. Görünüşe göre hükmetmek icap ederse, denebilir ki, İstanbul halkı yeryüzünün en medeni ve en dürüst halkıdır. İstanbul'un hiçbir semtinde, hatta en kuytu köşesinde bile bir yabancıya tecavüz edildiği vaki değildir. Camileri ziyaret etmek, hatta bunu ibâdet saatlerinde yapmak bir Türk'ün bizim kiliselere yapabileceği ziyaretlerden çok daha emin şartlar içinde mümkündür. Kalabalık içinde saygısız bir nazarla karşılaşmak şöyle dursun, mütecessis ve yadırgayan bakışlara hiçbir zaman rastlanmaz. İstanbul'da sokak kavgalarına, maksatsız dolaşan serserilere, dedikoducu kadınlara, herhangi bir fuhuş belirtisine, hâsılı yüz kızartıcı hiçbir harekete rastlamak mümkün değildir. Çarşıda da, camilerdekine benzer bir sükûnet hüküm sürmektedir. Her tarafta mümkün olduğu kadar az konuşulmakta ve sakin hareket edilmektedir. Şarkı söylemek, gürültülü kahkahalar ve avamî çığlıklar atmak, lüzumsuz izdihamlara yol açmak gibi şeylere hiç rastlanmaz. Bütün yüzler, eller ve ayaklar temizdir. Yırtık elbiselere nadiren rastlanır. Ama kirli olanlara hemen hiç rastlanmaz. Hiçbir tarafta, haylaz ve dilenci güruhuna tesadüf edilmez. Her tarafta çeşitli sosyal sınıfların birbirlerine karşılıklı saygı duydukları müşahede edilir. M. de Thevenot'un 1665 yılında Paris'te yayınlanan "Relation d'un Voyage Fait au Levant" adlı eserinden. Mü'min (Hâ mîm) sûresinin fazîleti Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Her şeyin bir özü vardır. Kur'ân'ın özü ise, "Hâ mîm"lerdir." "Her kim Âyet-el kürsî ve Mü'min sûresini okursa, o gün içerisinde bütün fenâlıklardan muhâfaza olunur." "Cennet bahçelerinde yükselmeyi arzu eden kimse, "Hâ mîm"leri okusun." "Her kim Mü'min sûresini (İleyhil masîr)e kadar ve Âyet-el kürsî'yi sabahleyin okursa, bu kimse bütün bela ve musibetlerden korunur. Akşam okursa, sabaha kadar bütün fenâlıklardan muhâfaza olunur." "Hâ mîm'ler yedidir: Cehennemin kapıları da yedidir. Her Hâ mîm gelip Cehennemin bir kapısına durur ve; "Yâ Rab, bana inanan ve beni okuyan kişiyi bu kapıdan içeri sokma" diye yalvarır." "Kim Mü'min sûresini okursa, ona duâ etmeyen ve onun için istiğfârda bulunmayan hiçbir nebî, sıddîk, şehid ve mü'min rûhu kalmaz." "Allahü teâlâ, yedi Hâ mîm'leri bana Tevrât yerine; Elîf lâm râ'lardan Tâ sîn mîm'lere kadar olan sûreleri İncil yerine; Tâ sîn mim'ler ile Hâ mîm'ler ve Mufassal yani Hucurât'tan sonraki sûreler ile üstün kıldı, benden önce hiç bir peygamber onları okumamıştır." Abdullah bin Mes'ûd buyurdu ki: "Hâ mîm"ler Kur'ân-ı kerîmin süsüdür." İman ona da nasip oldu Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri bir kış gününde Bağdat camilerinin önünde bir mecûsînin kuşlara yem dağıttığını görüp ona: - Sen hayır yapıyorum diye kendini boşuna aldatıyorsun. Allahü teâlâ, evvelâ imanı farz kılmış, geri kalan hayır hasenatı ondan sonra emretmiştir, iman etmedikçe senin bu yaptığın iyilik Allahü teâlânın indinde makbule geçmez, dedi. Bu sözler üzerine mecûsî: - Ben de biliyorum kabul olunmayacağını. Fakat Allahü teâlâ bu yaptığımı görmez, bilmez mi? dedi. Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri: - Elbette görür ve bilir, deyince, Mecûsî: - Öyleyse o da bana yeter, deyip kendi bildiğine devam etti. Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri bundan sonrasını kendisi şöyle anlatıyor: - Aradan zaman geçti. Ka'be-i Muazzama'yı çok arzulamıştım. Hac mevsiminde Mescid-i Haram'a gelip tavaf yapmakta idim. Bu esnada bir adamın ellerini açmış Allahü teâlâya yalvarmakta olduğunu, hatta gözlerinden sel gibi yaşlar akıttığını gördüm, iyice dikkat ettim, o zat karlı bir havada kuşlara yem veren Mecûsî idi. Tavaftan sonra yanına yaklaşıp hemen kollarından yakaladım. Mecûsî beni tanımıştı. - İşte Allahü teâlâ gördü ve bildi, deyip hayretle yüzüme bakarak kelime-i şehâdet getirip ruhunu gözümün önünde teslim etti. O anda bir nidâ işittim: - Ya Cüneyd! Sen Beytimi arzu ederek geldin ona kavuştun. O ise beni arzu ederek geldi bana kavuştu. Bir mecûsînin mübarek bir ayda Allah rızası için hayırda bulunması onun ahırete imanla gitmesine vesile olmuştu. Pabuçları yürüteyim derken... Bir ramazan gecesi Ayasofya Camiinde teravih namazı kılındıktan sonra dua esnasında açıkgöz yankesicinin biri, yanındaki adamın cebindeki bir enfiye kutusunu el çabukluğu ile aşırır. Bununla da yetinmez, kalkarken adamcağızın kunduralarını da paltosunun altına saklar. Malları çalınan, her iki hırsızlığın da farkındadır. Önce hiç ses çıkarmaz. Fakat tam caminin iç kapısından çıkarlarken, hırsızın hafifçe omzuna vurur ve koluna girer. Hırsız, şaşırarak döner. Efendi, gayet nezaketle: "Siz, namazdan evvel benden enfiyeniz var mı diye sormuştunuz, fakat kutuda enfiyem tükenmiş, takdim edememiştim. İnanmanız için enfiye kutusunu da size vermiştim, sonra namaza durmuştuk. Şimdi eksik olmayın, kunduralarımı da almış, taşıyorsunuz. Zahmetinize teşekkür ederim. Bu lûtfunuza artık hacet kalmadı." Pek tabiî olarak, hırsızın yüzü alı al, moru mor! Enfiye kutusunu ve kunduralarını geri alanın bu sözlerini işiten halktan bir kısmını hem güldürür, hem hırsızın yakasına yapışırlar ve onu doğruca karakola götürürler. Komedinin devamı buradadır. Komiser, hırsıza çıkışır: - Be herif! Bu kaçıncı rezaletin? Kaçıncı kundura hırsızlığın? Neye yaparsın bu işi? Hırsız, boynunu bükerek: - Hakkınız var efendim, der. Kusurum var, kötü bir alışkanlık! Fakat çok şükür bu defa cemaatten dayak yemeden pabuçları geri verdim, enfiye kutusunu da. Şaşkınlığım yeter. Ancak, Allah aşkına siz de halime merhamet buyurun, hiç olmazsa bir kerecik burada dayak yemiyeyim! Etli domates dolması >> Malzemeler: 12 adet domates, 150 gram pirinç, 2 çorba kaşığı çiçek yağı, 2 adet soğan, 180 gram kıyma, 1 yemek kaşığı salça, 1 çorba kaşığı tuz, 1 demet maydanoz, 1 demet dereotu, 1 çay kaşığı karabiber. >> Yapılışı: Pirinci bol suda haşlayıp, soğutup sızdırın. Ayrı bir tencereye yağı koyup soğanları sarartıp ilave ederek kıymayı kavurun. Salça ve tuzunu ilave edip suyunu verin ve 10 dakika kaynatıp ateşten alın. Tel süzgeçten sızdırıp bir tencereye koyun. Karabiberi kıyılmış dereotunu, maydanoz ve sonradan pirinci ilave edip karıştırın. Domateslerin içini çıkartıp dolma içini doldurun ve kapaklarını kapatın. Üzerine şeker ve tuzunu atın. Kıymanın salçasını üzerine döküp 10 dakika fırında pişirin. > Mercimek Çorbası, Etli Domates Dolması, Erişte, Revani