Bunun vebâli kimin?

A -
A +

Ne yazık ki bir "insanlık utancı" olan açlık, günümüz dünyasının en temel ve öncelikli sorunu olmaya devam ediyor. Açlık sorunu insanlığın önünde bütün çıplaklığı ve acımasızlığıyla durmaya devam etmesine rağmen hiçbir gelişmiş ülkelerin tümü geçmişte olduğu gibi şimdi de hiçbir şey yapmamaya kararlı gözüküyor. Ve aslına bakarsanız insanlığın bu sorunu çözümleyecek ve açlığı ortadan kaldıracak zenginlik kaynağı ve kapasitesi de yok değil. Dünyanın en varlıklı 225 kişisinin toplam servetinin sadece yüzde 4'ü ile tüm dünya nüfusunun asgari gıda, su ve sağlık ihtiyaçlarını karşılayabilecek seviyede. ABD ve AB'de bir yılda sadece parfümler için harcanan toplam para ile bile dünya nüfusunun gıda problemi önemli ölçüde çözmek mümkün. Bununla ilgili o kadar çok örnekleme yapmak mümkün ki... Örneğin silahlanma harcamaları... Bu yıl dünyada silahlanmaya ayrılan para 900 milyar doları aşıyor. Oysa şu anda açlık sınırında yaşayan 1.3 milyar insanın barınma, yiyecek, giysi ve sağlık harcamalarını karşılamak için 130 milyar dolar yetiyor. Silahlanmaya harcanan miktar, dünyadaki gayri safi iç üretimin yüzde 2.6'sını oluşturuyor, bu da kişi başına 137 dolar harcandığı anlamına geliyor. Dünyada silahlanma hızla artarken açlık nedeniyle her yıl ölen insan sayısı 40 bini, kronik açlık çekenlerin sayısı da 800 milyon kişiyi buluyor. Bunların 200 milyonunu ise 5 yaşın altındaki çocuklardan oluşuyor. Aslında durum ilkemizde de iç açıcı değil. Zira Devlet İstatistik Enstitüsü'nün (DİE) yaptığı araştırma, ülkemizde ailelerin yüzde 31'inin aylık temel ihtiyaç maddelerini, nüfusun yüzde 15'inin de günlük gıda ihtiyacını karşılayamayacak durumda olduğunu ortaya koyuyor. Araştırmaya göre, Türkiye'de halen 9 milyon dolayında kişi açlık sınırında bulunuyor. Acımasız bir dünya Zengini de fakiri de hep vardı ve dünya var olduğu sürece olmaya devam edecek. Ama açlık nedeniyle ölen insanların bulunduğu acımasız dünyada bu vurdumduymazlığın ne zaman sona ereceğini de sorgulamadan edemiyor insan. Bu problem zenginin fakire elinden geldiğince yardım ettiği, kimsenin kimseye el açmadığı Asr-ı saadet yılları dışında hiçbir zaman eksik olmadı. 21. Yüzyılın bolluk ve imkânlarının yapamadığını bundan 1400 sene evvel "Her zengin malının kırkta birini bir fakire vermesi" esasına dayanan zekat müessesesi yapmıştı. Öyle ya Peygamber efendimiz, "Zenginlerin zekatı, fakirlere kâfi gelmeseydi, Allahü teâlâ, onlara nafaka gönderirdi. Eğer fakirler aç kalıyorsa, zenginlerin zekât vermeyişindendir." buyurmuştu. "Şehrin bir köşesinde, bir Müslüman açlıktan perişan duruma düşüp ölse, şehirdeki zenginlerden birinin, az bir zekat borcu kalsa, onun katili olur." düsturu sayesinde bir tek Müslüman mağdur duruma düşmedi. Müslümanlar zekât vesilesiyle hem farzı eda etmek, hem sevabı, hem ihlâsı, hem makbul bir duayı kazanmayı gaye edinmişti. Kur'ân-ı kerîmin otuz iki yerinde namazla birlikte emronulan zekât, manevî bir sigorta olmasının yanında, servetin ilâhî muhafaza altına alınmasıydı aynı zamanda. Zekât müessesesi o kadar yerleşmişti ki İslâm tarihinde zekat verilecek kimsenin bulunmadığı çok zamanlar olmuştu. Bu devirlerinden en meşhuru, ikinci Ömer denilen, Ömer bin Abdülaziz devriydi. Bu vesileyle huzur ve sükûn zirveye ulaşmıştı. Dünya malı kalıcı değil Muhammed Rebhâmî'nin "Riyâd-un-nâsıhîn" isimli eserinde yer alan, "Ey mağrûr zengin! Dünyanın çabuk geçip, gidici malı, parası, seni aldatmasın! Bunlar, senden önce, başkalarının idi. Senden sonra da, başkasının olacak. Cehennemin şiddetli azâbını düşün! Zekâtını ayırıp vermediğin o mal, uşrunu vermediğin o buğday, hakikatte zehirdir. Malın hakîkî sahibi, Allahü teâlâdır. Zenginler, Onun vekîlleri, memurları, fakirler de, ailesi, akrabası demektir. Vekillerin, Allahü teâlânın borcunu fakirlere vermesi lazımdır. Zerre kadar iyilik eden iyiliğini bulacaktır." satırları aslında herşeyi özetliyor. Şu mübârek ramazan günlerinde verilen zekat sayesinde farklı toplum kesimleri arasındaki nefret, kin, zulüm gibi menfî duygular ortadan kalkacağı, bunun yerine karşılıklı anlayış, şefkat, saygı geleceği ve neticede toplumun rahat ve huzura kavuşacağı aşikârdır. Zaten toplumun en küçük bireyi olan bizlerin yapabileceği en büyük şey de bu olsa gerek. Zekâtın evrensel mânâda tüm dünyada uygulandığını hayal edebiliyor muyuz? Açlık ve bakımsızlıktan ölen çocukların olmadığı, kimsesizlerin, ihtiyarların, özürlülerin rahatça yaşadığı bir dünyayı... Birleşmiş Milletlerin, kiliselerin ve daha binlerce hayır kurumunun yıllardır yapmaya çalıştıkları şeyi İslâmiyet'in 1400 sene evvel emrettiğini de... Sadece bir Müslüman olarak o emre itaat etmek yapacağımız şey, belli mi olur, gün gelir dünyada zekat verecek bir fakir bile kalmaz. O günleri görmek dileği ile... Mübârek günlerde saatler Sahur ile iftar vakti ramazan günlerinin mükellef nefis, çeşitli yemekler tatlılarla süslenmiş iki ucudur. Hatta bu iki uç arasında geçen zamanın tetkiki gösterir ki, bütün güne nispetle pek kısa kalır. İşte bu bir uçtan diğer uca gidilinceye kadar ne hallere girdiğimizi düşünecek olursak, insanlığın böyle sevabı bol, maneviyatı renk'i mahrumiyetlere tahammül etmeye rıza gösterdiklerini görürüz. Sabaha yakın bir başlangıçtan, geceye ulaşan on-on beş saatlik bir zamana doğrulduğumuz sırada uyku, uyku sersemliği, iş, güç gibi vaktin uzunluğunu unutturmaya yeter mesguliyetlerin arasında bütün kendimize ait kuruntuları, zahmet ve meşakkatleri saymakla uğraşırız. Bu bizim öteden beri adetimizdir. On bir aylık bir fasıla müddetince sürüp giden itiyatlardan bir kısmını terke mecbur oluşumuz bize zor gelir. Zor değilse de birden bire bir aylığı ile ülfet edemeyişimiz, evvelki uzun aylardaki hayat ve maişetimizi, mütemadiyen hatırlamaklığımız icabettiği için ruhen o hatırata doğru gerilemekle bir zahmet duyarız. O geçen on bir aylarda ekseriye kaçında, hangi günlerde bulunduğumuza karşı mecburi bir vesile bulunmadığı taktirde adeta kayıtsızlık gösterdiğimiz halde orucun sayılı günlerden oluşması dolayısıyla sayısını, bir günün öğlesini, hatta ikindi ile gün batışı zamanı arasındaki saatlerini, saatlerinin de dakikalarını birer birer sayarız. İşte ramazanın ruhani zevkini yaşadığımız dakikaların diğer günlerdekinden uzun ve yavaş geçmiş olması çıkarır. Mamafih pek ziyade dindar kimseler arasında dahi havadan, sudan, güneşten, sıcaktan, soğuktan, hararet basmasından, ezginlik, bezginlikten şöyle böyle, hafif, zarif, az dokunaklı bir teessür cereyanı peyda eden bu mahrumiyet, türlü türlü iptila erbabı arasında hasıl ettiği şükür ve şikayet duyguları ile cidden mizahi şekillere bürünmekten da geri kalmaz. Bugün, yarın, hafta nihayetine kadar sokaklarda, cami içi sohbetlerinde, berber, tütüncü, çaycı dükkanlarında, şimendifer gibi nakil vasıtaları mevkilerinde geçen veya geçecek olan bu yoldaki konuşmalar bir dereceye kadar aşağıdaki beyan tarzında dökülmüş olur. - Kaç gecedir bir dirhem uyku uyumadım. - Lokmalar ağzımda büyüyor. - Sorma, vücudum pelte gibi! - Çocuk gibi oldum ne görsem imreniyorum! - Orucun şu hali var ki, Allahü teâlâ insana sabrını veriyor. Ahmet Rasim - 1920 Oruçlular enfarktüse dayanıklı Kalbin oruçla ilgili bahse konu olacak en önemli özelliği glokojen deposu olmasıdır. Kalp dokusu normalde biraz glokojen depolar. Kalp dokusu depolamış olduğu az miktardaki glokojen, kendisine kan sağlayan koroner arterlerin tıkanmaları anında tıkanmanın geride kalan kısmında bulunan hücrelere alınan glikoz şeklinde yakıt temin etmek içindir. Böyle bir kullanım, oksijensiz yani anaerobik bir kullanımdır, glikoz anaerobik olarak yakılara acilen lazım olan enerjiyi temin eder; böylece o kısmına yeni kan gelene kadar düşük verimli enerji üretecek hücrelerin canlılığını sağlamış olur. Oruç esnasında kalp kasları glikojen depolarını iki misli arttırırlar. Bu, şu manaya gelebilir: Oruçlu iken koroner damarlar tıkanırsa yani bir kalp enfarktüsü geçirilecek olursa, karaciğer hücreleri daha uzun süre (en az iki misli süre) kansızlığa dayanabileceklerdir. Yani ramazan esnasında oruçlu birisi enfarktüs geçirdiğinde sağ kalma ihtimali iki misli daha fazladır. Bir kemik at da gör! Mevlânâ Hazretleri, talebelerinden biriyle yürürken, yol kenarında birkaç köpeğin sarmaş dolaş uyuduklarını görürler. Yanındaki talebesi: - Ne güzel bir kardeşlik örneği, keşke insanlar da bunlardan ibret alabilseler, der. Mevlânâ Hazretleri, tebessüm ederek karşılık verir. - Aralarına bir kemik atıver de, gör kardeşliklerini. Cebrâil aleyhisselâmın hediyesi Eshâb'ı kirâmdan Dıhye-i Kelbi, çok güzeldi. Seferlerden gelişinde Hazret-i Hasan ve Hüseyin'e hediyeler getirirdi ve onları sevindirirdi. Cebrâil aleyhisselâm çok defa onun şeklinde Resûlullah'a gelirdi. Yine bir gün, bu şekilde geldiğinde Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin, Dıhye zannedip yanına koştular, ceplerine ellerini sokup bir şey bulamadılar. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: - Ey Cebrâil kardeşim! Torunlarımın bu hareketini kabalık ve edepsizlik zannetme! Onlar seni Dıhye sandılar. Dıhye ne zaman gelse hediye getirirdi. Bunları böyle alıştırdı. Cebrâil aleyhisselâm bunu duyunca çok üzüldü ve ''Dıhye, bunların yanına hediyesiz gelmiyor da, ben nasıl gelirim'' deyip, hemen Cennet nimetlerinden bir salkım üzüm ile bir narı getirip çocuklara verdi. Çocuklar hediyelerini alıp, Mescidin bir kenarına çekilip, yiyecekleri sırada Mescidin kapısına ihtiyar, aksakallı, elinde baston, toz toprak içerisinde biri geldi ve dedi ki: - Açım, yiyecek bir şey verin. Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin ellerindeki meyveleri götürüp verirken, Cebrâil aleyhisselâm ayağa kalktı ve: - Vermeyin o melûna! O şeytandır. Cennet nimetleri ona yasaktır. Def ol, oradan! buyurup şeytanı kovdu.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.