Dilencisiz memleket

A -
A +

Eskiler "Her gelen gün geçen günleri aratır" der... Öyle ya Asr-ı Saadetten uzaklaşılan her gün doğruluğun, dürüstlüğün, şefkat ve ihlasın yitirildiği gündür ve insana hep "nerede o eski günler" terennümünü yaptırır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Dilenci Toplama ve Sevk Merkezi'nin raporlarına göre sayıları 9 bin 700'e ulaşan dilencilerin cirit attığı İstanbul, bir zamanlar onların pek nadir görüldüğü bir kenttir. Bir taraftan eski izzet-i nefs üstünlüğü ve bir taraftan da memleketin boydan boya bir hayrat ve hasenât sahası haline gelmiş olması Osmanlı'nın dilencisiz bir memleket olmasını sağlamıştır. Bu bir çok yabancı seyyahın da dikkatini çeker, seyahatnâmelerinde sıkça işlenir... 1750'li yıllarda Osmanlı devletini karış karış gezen Avukat Guer'in "Moeurs et usages des Turcs" isimli eserinde zekât ve sadakadan uzun uzun bahseder ve Müslümanların azamet ve gurur göstermediklerini ekler. Hayır kurumlarına da değinen Guer, seyahatnâmesinde, "Kimi Müslümanlar hapishaneleri ziyaret edip borç için yatan mahpusları kurtarır, kimisi ihtiyaçlarını ifşa etmekten utanan fakirlere dağıtılmak üzere cami imamlarına para bırakır, kimisi ölmüşlerin ruhlarına Kur'an-ı Kerim okunmak üzere vakıf tesis eder, kimisi cenazeyi yıkayıp defnettikten sonra mezarının üstünde fukaraya yiyecek dağıtır ve bu suretle sağları ölüleri Kur'an-ı Kerim okuyarak âhiret işkenceleriyle kabir azabının dehşetinden kurtarmaya davet eder. Kimisi Allah'a ibadet için camiler yaptırır, kimisi gençlerin dini ve dünyevi ilimleri tahsili için medreseler ve yolcularla hastalar ve deliler için hanlar, hastaneler ve tımarhaneler yaptırıp bunların her türlü ihtiyaç maddelerinin bol bol tevzîini temin eder. Bu şefkat yurtlarından hangi dinden ve hangi milletten olursa olsun herkes hüsn-i kabul görür; hastalar dikkat ve itina ile tedavi edilir. Fakirler bile birbirine fi-sebilillâh yardım ederler. İşte bu yüzden Osmanlı'da dilencilere pek sık rastlamaz." der. Guer, iki ciltlik bu seyahatnâmesinin bir başka sayfasında sadaka ve zekatın dini bütün Müslümanların nazarında en ulvi fazilet olduğuna işaret eder. Osmanlı halkının samimi ve sade bir iyilikle hayır işlerken azamet ve gurur göstermediklerine işaret eden Guer, "Osmanlılar sadakalarını, öteki dünyada kavuşacakları birer alacak sayarlar" der. İslam dininde dilencilik pek hoş görülmez, hele sağlam ve çalışacak durumda olanları hiç uygun karşılanmazdı. İslam dini dilencilik karşısında tavrını da çok açık koymuştu. Bir gün sahabelerden dilenen birini gören Peygamber Efendimiz onu yanına çağırmış ona evinde para edecek neyi varsa getirip sattırmış, o parayla da ip ve balta satın almasını ve Medine dışındaki kuru hurma ağaçlarını kesip pazarda satarak ailesinin geçimini sağlamasını buyurmuştu. Peygamberimiz, böylece insan için en makbul kazancın alın teri olduğunu vurgulamıştı. Osmanlı toplumu da fakire iş veya aş bulmanın yolunu bir şekilde çözmüştü. Osmanlı, ilhamını İslam ahlakından alan, imaretler, aşevleri, daru'z-ziyafe'leri, bimarhâne ve hâlâ varlığını günümüze değin sürdüren yardım amaçlı vakıflarla bu sosyal dengeyi kurmayı başarmıştı. Zaten tıkır tıkır işleyen zekat ve sadaka müesseseleri sayesinde cami avluları ve mahalle köşelerini mesken tutan dilencilerden temizlemiş, onları da bir insan için en onur kırıcı işlerden biri olan dilencilikten kurtarmıştı. Osmanlı sosyal yapısına hayran bir başka seyyah Aubry de la Motraye'in "Voyages en Europe" adlı eserinde de benzer satırlar dikkat çeker: "Hayrat ve hasenat yalnız Kur'an ile Türk imamları tarafından iyice telkin ve teşvik edilmiş olmakla kalmayıp halk tarafından da o kadar sadakatle ve öyle bir el birliği ile tatbik edilir ki, bütün Türkiye ile Kırım'da dilenciliğin veyahut dilenciliği meslek ittihaz etmiş fukaranın ne olduğu bile malum değildir." Tabii bu hayrat ve hasenat ruhu, Osmanlı toplumunun dinamiklerindendir ve babadan oğlula geçer. Çünkü aileler evlatlarını bencil yetiştirmez, daha küçük yaşlarından itibaren onları hayır işlerine alıştırır. Osmanlı İmparatorluğu'nda uzun yıllar kalan ve devlet yapısını çok iyi bilen Mouradgea d'Ohsson, dört ciltlik eserinde, ailelerin çocuklarına örnek olup daha çok küçük yaşlarda onları hayır işlerine alıştırdıklarını yazar. İngiliz Thornton'un 1812 yılında neşrettiği iki ciltlik eserinde Osmanlının yardımseverliğinden sayfalarca bahseder, özellikle şu satırların bir yabancının kaleminden çıkmış olması Osmanlının hayrat ve hasenatı konusunda başka söze mahal bırakmaz: "Fukaraya sadaka vermek ve yabancılara kapısı açık olmak Şark milletlerinin en alışık oldukları faziletlerdendir. Zenginlerle büyüklerin sofraları, ilk resuller devrinde olduğu gibi edebiyle gelen herkese en tabii bir sadelikle açıktır; aşağı tabakalara mensup olanlar evin ağalarına mahsus sofralara alınır; artan yemekler de kapıdaki fakirlere, muhtaçlara dağıtılır." Lâtife-i ramazan Zahmete ne gerek var? Yolun kıyısında tarlada uzanmış dinlenen birine yörenin kadısı selam verdikten sonra, "Yahu kardeşim, tembel tembel yatacağına bir şeyler yapsana!" der. "Ne yapayım?" "Mesela git çalış biraz." "Eee, sonra?" "Para biriktir." "Sonra?" "Bu üzerinde uzandığın tarlayı satın al." "Sonra?" "Sonrası mı var, bir ev yap kedine, yan gel yat!" "Yahu zaten yan gelmiş yatıyorum, aynı durumu elde etmek için bu kadar uğraşmaya ne gerek var ki?" kıssadan hisseler Cömertliğin mükâfatı Cömertliği dillere destan olan Hâtim-i Tâi'ye dediler ki: -Cömertlikte çok ileri gidiyor, malını israf ediyorsun. -Ne kadar çok olursa olsun, hayra verilen mal israf olmaz. -Senden daha çok cömertlik yapan bir kimseyi gördün mü? -Evet gördüm. -Kimmiş o? -Anlatayım: Yetim bir gence misafir olmuştum. Bana bir koyun kesip ikram etti. Koyunun bir yeri çok hoşuma gitti. Yemin ederek, (Burası çok lezzetliymiş) dedim. Genç, dışarı çıktı. On koyunu varmış. Birisini daha önce kesmişti. Dokuzunu da şimdi kesmiş. Benim sevdiğim kısımları pişirip önüme getirdi. Ben olanların farkında değildim. Atıma binip giderken kapının önündeki kanları görünce sitemle sordum: -On koyunun onu da kesilir mi? -Sübhanallah, bunda şaşılacak ne var? Bir şey sizin hoşunuza gitmiş. Bunu yapmak da benim gücüm dahilindedir. Bunu sizden esirgemem hiç uygun olur mu? Bunu dinleyen arkadaşları tekrar sordular: -Yetim gencin ikramına karşılık siz de ona bir şey verdiniz mi? Hâtim-i Tâi dedi ki: -Verdim, ama pek mühim sayılmaz. -Ne verdiniz? -Üçyüz deve ile beşyüz koyun. -O halde sen ondan daha cömertsin. -Hayır, o genç benden daha cömerttir. Zira o koyunların tamamını verdi. Ben ise malımın çok azını verdim. Bir fakirin, yarım ekmeğinin tamamını misafirine vermesi mi mühimdir. Yoksa bir zenginin sürüsünden bir deveyi misafirine ikram etmesi mi? İslâm tarihinde ilkler İlk iman eden mümin: Hazret-i Hatice (Radıyallahu anhâ) İlk müslüman olan çocuk: Hazret-i Ali (Radıyallahu anh) İlk İslâm'a gelen köle: Zeyd bin Harise (Radıyallahu anh) Müslümanların ilk karargâhı: Dâr-ül Erkâm İlk kadın şehit: Sümeyye (Radıyallahu anhâ) İlk erkek şehit: Yasir (Radıyallahu anh) İlk kılıç çeken mücahit: Zubeyr bin Avvam (Radıyallahu anh) Düşmana ilk ok atan sahabi: Sa'd bin Ebi Vakkâs (Radıyallahu anh) Harem-i şerifte ilk (aşikare) namaz kılan: Hazret-i Ömer (Radıyallahu anh) İdamından önce iki rekat namaz kılan: Hubeyb bin Adiy (Radıyallahu anh) Müslümanların ilk başkenti: Medine-i Münevvere Medine'de ilk vefat eden mümin, Baki Kabristanına ilk defin ve ilk mezar taşı: Osman bin Maz'ûn hazretleri İlk tabut: Zeynep bint-i cahş (Radıyallahu anha) için İlk Medrese: Suffe (Mescid-i Nebi'nin yanındaki sundurma) İslâm'da ilk selâm: Ebu Zer-i Gıfârî (Radıyallahu anh) Medine-i Münevvere'de ilk ezan: Bilal-i Habeşi (Radıyallahu anh) tarihten bir yaprak Camiler dolar taşardı İstanbul minareleri, pırıl pırıl aydınlatan mahyaları, kubbelerini inleten mukabele ve vaazları ile milyonlarca vatandaşın gözünü gönlünü dinlendirir; maneviyatı kuvvetlendirirdi her ramazan. Vakıflar adına yapılacak vaazlar günün çeşitli saatlerinde önceden dağılmış, öğle ve ikindi namazlarından önce ve sonra ve teravihin başlamasından önceye serpiştirilmişti. Böylece ibadet için camiye gelenler vaazlarından da yararlanıyorlardı. Hemen bütün semtlerde halkın yoğunlaştığı camilerde toplanmıştı bu vaazlar... Müftü efendiler ve yardımcıları da kürsülerde yer alıp halkı aydınlatıyorlardı. Vakıflar içinde camilerde mukabele okuyarak hatim indirecek görevlilerin ise, ayrıca listeleri tanzim edilmişti. Başta Fatih olmak üzere Yeni Cami, Süleymaniye, Valide Camii, Yavuz Sultan Camii, Kılıç Ali Paşa, Nusretiye, Sinan Paşa, Üsküdar Cadit Valide ve Beylerbeyi cemaat ile dolar taşardı. Ramazan ayında teravih namazları Müslümanların uhrevi anlamda bu ayı en iyi idrak ettikleri anlardı şüphesiz. Ramazan, teravihlerle anlam kazanır, akşama kadar işten güçten bu mübarek ayın tadına varamayıp dünyevi işlerle meşgul olan zevât yatsı ezanına müteakip camilerin yolunu tutardı. Mahalle araları, minarelerden gelen "Allahü ekber" nidaları birlikte adeta şenlenir, namaza yetişmeye çalışan ahalinin heyecan dolu ayak sesleriyle inlerdi. Hele o küçücük çocukların babalarının ellerinden tutmuş camilere giderken yüzlerindeki heyecan görmeye değerdi. Herkesin elindeki yüzlerce fener kalabalık bir ateş böceği kafilesi halinde hareket ederdi. Cemaat daha ziyade büyük selâtin camileri tercih eder, özellikle Sultanahmet ve Selimiye camileri hınça hınç dolardı. Müezzinler yatsı vakti gelince çifte ezan okurlar. Misafirler de ağır ağır kollarını sıvayarak abdest almaya başlarlar. Müezzinler de arka safta cemaatin hazırlanmasını beklerler. Saflar yavaş yavaş düzelir, derken yatsı, arkasından teravih kılınırdı Bazı konaklarda bulunan müezzinler gece de orada kalır, ev sahipleri namazdan sonra bunlara Kur'an-ı Kerim okuturdu. Sahurdan sonra ve sabah namazından önce İmam efendi mukabele okurdu. Ramazanlar böyle dolu dolu yaşanırdı.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.