Savaş dönemi nüfusu 80 binlere dayanan Bayburt'ta dilenciliğin artması üzerine çok ilginç bir cemiyet kurulmuştu. 1913 yılının ramazan ayına rastlayan bir günde kaza kaymakamı Tunalı Hilmi Bey'in başkanlığında kurulan bu cemiyet "Bayburt Müslümanlar Dilendirmezler Cemiyeti" ismini taşıyordu. 1828-29, 1878 ve 1916'da Ruslar tarafından işgal edilen Bayburt, bu işgaller sonucu büyük ölçüde tahribe uğramış, yakma, yıkma hadiselerine bir de Ermenilerin katliamları eklenince şehir yaşanmaz hale gelmişti. Tabii onca yaşanan zulüm ve maddi zararın bir getirisi de fakirlik ve yoksulluktu. İşte o dönem Bayburt ve çevresinde dilencilik hayli yayılmış ve önü alınamaz bir hale gelmişti. İşte "Bayburt Müslümanlar Dilendirmezler Cemiyeti" de kaza kaymakamı Tunalı Hilmi Bey'in önderliği etrafında toplanmış olan 30 kadar Bayburt kazasının esnaf, eşraf ve mülki erkânı tarafından kurulmuştu. Halkın yardımlarıyla dönecek bu cemiyette amaç Allahü teâlânın rızasına kavuşmak, çok zor günler görmüş hemşehrilerine yardımcı olmaktı. Bu yardımlaşma biçimi kültürümüzdeki "sağ elin verdiğinden sol elin haberdar olmaması" anlayışının bir uzantısıydı aslında. Bu sayede gösteriş ve riyadan uzaklaşıp, kat kat sevabına ulaşmak gayesi yatıyordu. Yardımlar sadaka gibi bizzat elden verilmediği için kimlerin ne kadar yardım yaptıkları da ifşa edilmiyordu. Bayburt Müslümanlar Dilendirmezler Cemiyeti, şer'i usullere göre bakmakla yükümlü oldukları kişileri emeğiyle beslemekte güçlük çeken ve onları doyuramayan Müslüman Bayburtlulara birer iş bularak, çalıştırmak amacıyla kurulmuştu. Bayburt Müslümanlar Dilendirmezler Cemiyeti kendisini "işin, işlemenin dostu; işsizliğin, dilenciliğin düşmanı" olarak ilan etmişti. Cemiyetin amacı, "işsizliği bahane ederek dilenciliğe girişmiş veya girişecek olanlara iş bulmayı sadakanın en makbulü tutar" sözleriyle açıklanmıştı. Cemiyet; yaşça genç, sağlam, sanata ve işçiliğe yatkın olanlar değil, hastalıklı, bir felaket veya bir talihsizlik yüzünden düşmüş olanlara açıktı. Cemiyet münasip gördüğü bir işi işlemeyenden hemen elini çeker, eğer o kimse tekrar dilencilikte görülür ise hükümet tarafından cezalandırılırdı. Cemiyetin nizamnamesinde "güçsüz" adıyla anılan bu kişilere, kendileri de dahil olmak üzere bakmakla yükümlü oldukları 15 yaşından yukarı her kişi için yaz mevsiminde gündelik 40-60 para, kış mevsiminde de 60-80 para yardımda bulunuyordu. Ancak bu para o dönemlerde yalnızca ekmek ve odun alabilecek kadar az bir miktara tekabül ediyordu. Bu cemiyetin kurulmasındaki bir diğer amaç da ramazan ayı sebebiyle iyice artmış olan dilencilere karşı bir çeşit tedbirdi. Cemiyetin yönetim kurulu haftada bir kez toplanır, yoksul bir kişiye yardım bağlanması için cemiyetin bütün yönetim kurulu üyelerinin oylarının en az dörtte üçü ile alınması gereken "güçsüz kararı" haricindeki tüm Yönetim Kurulu kararları da alınmaktaydı. "Güçsüz kararı" çıkartmak ve cemiyetten yardım almaya başlamak isteyen bir yoksulun cemiyetin başkatibinden bir hüviyet kâğıdı alması, cemiyetin müfettişinin bu başvuruyu incelemeye koyup şahsın gerçekten yoksul olup olmadığını belirlemesi ve nihayet cemiyetin yönetim kurulu üyelerinin en az dörtte üçünün bu kişiye yardım bağlanması için oy vermesi gerekmekteydi. Fahri üyeleri saymazsak, cemiyetin üyeleri "Sa'iler" ve "Dilendirmezler" olarak iki kısımdan oluşuyordu. Bayburt'ta ikâmet eden sa'iler, cemiyete girerken en az bir çeyrek mecidiye sadaka vermekle yükümlüydüler. Dilendirmezler ise cemiyete girerken en az bir çeyrek mecidiye dilendirmez sadakası, girdikleri ilk ayda ve onu izleyen her yılın mart ve eylül aylarında yarımşar mecidiye aylar sadakası vermekle yükümüydü. "Dilendirmezler" gönüllerinde katı bir merhamet, ruhlarında 'Müslüman dilenmez, dilendirilmez' emelini taşırlar, kim ki rast geldiğine sadaka vermekten kendini alamaz, derakab za'ifinin kefâreti olarak, yani acıdığı kimseyi düşkünlükten mutlak surette kurtarmak emeliyle, vazifesiyle hükümete veya cemiyete haber verir, vermezse ikinci bir kefaret karşısında bulunarak Cemiyet Sandığı'na hemen bir yıllık zekatını veya sadakasını yatırırdı. Zehirli maddeler dışarı atılır Toksin maddelerden kurtulmanın yollarından biri de aç kalmaktır. Aslında aç kalmak en eski tedavi yöntemlerinden biridir. Aç kalmakla birlikte besin alınmadığından dolayı yiyeceklerle birlikte alınan toksin maddelerin vücuda girmesi önlenmektedir. Açlık süresi azaldıkça yağ dokusu erimeye başlar. Toksin maddeler çoğu kez yağ dokusunda depolandığı için yağların erimesiyle toksin maddeler açığa çıkarılır. Oruç, dereceli olarak yağların yakılmasını sağlayan bir özelliğe sahip olduğundan, toksin maddelerin kesintisiz açıkta olduğu gibi kandaki seviyeleri aniden yükselmez. Kesintisiz açlık hallerinde yağ dokusundaki toksin maddelerin kan düzeyleri aniden artış gösterdiğinden akut zehirlenmelere sebep olabilir. Bu mahzurlar göz önüne alındığında, oruç gibi kesintili açlık halleri toksinlerin vücuttan temizlenmesinde daha uygundur. Yapılan çalışmalarda oruçlu kimselerde vücut yaralarının daha çabuk iyileştiği, irritabl barsak sendromu, alerjiler, bronşiyal astım, nörozlar, romatoid artritler, ekzemalar, şizofreni, psoriasis, şişmanlık gibi hastalıklarda iyileşmeler olduğu gözlenmiştir. Bayrağı bırakmayan kahraman Mus'ab bin Umeyr, Uhud savaşına katılıp sancağı taşıdı, büyük gayret ve kahramanlıklar gösterdi. Bu savaşta, sevgili Peygamberimizin yanından ayrılmayarak, saldıranlara karşı koyuyordu. İki zırh giyinmişti. Bu haliyle Peygamberimize benziyordu. Müşrik ordusundan İbn-i Kami'a adında biri Peygamberimize saldırırken, Mus'ab bin Umeyr onun karşısına çıktı. Bu müşrik, bir kılıç darbesiyle Mus'ab bin Umeyr'in sağ kolunu kesti. O da sancağı derhal sol eline aldı. İkinci bir darbeyle sol kolu da kesilince sancağı kesik kollarıyla tutup göğsüne bastırdı. Bu haliyle kendini Peygamber Efendimize siper yapan Mus'ab bin Umeyr'in üzerine hücum eden İbni Kami'a, vücuduna bir mızrak sapladı ve Mus'ab bin Umeyr yere yıkılıp şehit oldu. Bundan sonra, sevgili Peygamberimiz sancağı Hazret-i Ali'ye verdi. Mus'ab bin Umeyr, zırh giydiği zaman Peygamberimize benzediği için, müşrikler onu şehtd edince Peygamberimizi öldürdüklerini zannetmişlerdi. Eshâb-ı kirâmdan Ubeyd bin Umeyr şöyle anlatır: Resûlullah Efendimiz Mus'ab bin Umeyr'i şehit olmuş görünce, başı ucuna dikilerek, Ahzap sûresinden: "Mü'minlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allahü teâlâya verdikleri sözde sadakat gösterdiler. Onlardan bazıları şehit oluncaya kadar çarpışacağına dair yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehit olmayı bekliyor. Onlar, verdikleri sözü asla değiştirmediler" meâlindeki âyet-i kerimeyi okudu ve sonra, şehitler için; "Allahın Resûlü de şahittir ki, siz kıyâmet günü Allahü teâlânın huzurunda şehit olarak haşrolunacaksınız" buyurdu. Daha sonra yanındakilere dönüp, "Bunları ziyaret ediniz. Kendilerine selâm veriniz. Allahü teâlâya yemin ederim ki, kim bunlara bu dünyada selâm verirse, kıyâmette bu aziz şehitler kendilerine mukabil selâm vereceklerdir." buyurdu. Ardından şehitler defnedildi. Mus'ab bin Umeyr'e kefen olarak bir şey bulunamamıştı. Vücudu kaftanı ile, ayak tarafı da otlarla örtülmek suretiyle defnedildi. Tatlı hatıralarım Küçük yaştan beri ramazan için ne kadar tatlı hatıralar biriktirmiş olduğumuzu düşünelim. Bu şehr-i mübareğin hulûlü bizi bir feyz-i ruhaniye müstağrak eder. O tatlı hatıralar birer birer hoş manzaralarla gözümüzün önünde levhalar husule getirirler. Altı yedi yaşında iken ramazan davulunun saf ve masum kalbimizde hasıl ettiği zevk ve neşeyi unutamayız. İlk mahyanın ihtizazatı dimağımızda menkuştur. Oradan çıkaramayız. İçini de tasavvur ve tasvire nezahat-i beyanına muktedir olanlar zarif, saf, vecdâver bir levha suretinde bir dahifeye aksettirirler. Şehrimizin ramazana mahsus feyzi, neşatı her yerde zahirdir. Vaaz ve nasihat dinlemek için âbidin ve zâhidîn gündüzleri cevâmi-i şerîfede, şehr-i siyamın bereketinden müstefid olmak isteyen erbab-ı ticaret sergilerde eşya-yı nefisesini teşhir etmiş akşamları kazancını hesap ederek "Rabbim bin bereket versin" hamd-ü senasıyla, ertesi günü daha ziyade alışveriş ümidiyle sergisini kapatıyor, ertesi günü yine açıyor. Beyazıt sergisinde "Misk kokulu baharat" bu serginin önünden geçerken şâmiaya tesir ediyor. Satıcının nidası kalabalık içinde yine inikâs-ı mutadını husule getiriyor... İşte bu evvelleri mutad değildi. Sergide her vakit görmediğim şeylerden biri de tel kadayıfı gibi peynirler var. Gazetelerimizden biri bir zâtın bu peynirlerden almış, evine götürmüş, hizmetçi bunu tel kadayıfı gibi pişirmeye kalkışarak eritmiş olduğunu naklediyordu. Vak'a sahih, gayri sahih, burası şayan-ı dikkat değil yeni bir mahsulümüzü öğrendik ya! Bu bizim için hoştur. Mekteb-i Sanayi mamulâtı da sergide güzel bir şube teşkil ediyor. Yerli değil mi, severiz. Geceleri ramazana mahsus hoş kalabalık manzarayı iktisap etti, çayhanelere çekidüzen verdi. Duvarları halılarla donattı. Esnafın yüzü güldü, hoş vakit geçirmek için oyunlar sıralandı. Dört ağızlı canavarları, bir arşın kutrunda, sekiz arşın tulünde yılanları seyrettirenler bermutad teganniyata başladı. Ayak satıcıları yevmi gazetelerden birini tasviratı gibi on paraya kedileri sevdiren boncuklardan ayakta satılabilen eşyanın türküsünü dakikada bir nazar-ı rağbete koyuyorlar. Ne yapsınlar; beş on para kazanmak için bunlar da ramazanı bekliyorlar. Abdullah Zühdi (1869 - 1925) Tok açın halinden anlar mı? Eski İstanbul efendilerinden Osman Bey, hilekâr esnafa karşı pek amansız davranırdı. Çarşıya çıktığı zaman, dükkan dükkan dolaşır, tavukların kursaklarına kadar her şeyi inceden inceye muayeneye girişirdi. Eğer tavukların kursaklarında yem bulamazsa, tavukçuyu falakaya yatırır döverdi. Bir gün yolda rastladığı seyyar bir tavukçuyu, yine böyle yere yıktı. Fakat tam sopa faslına başlayacağı sırada, tavukçu eline sarıldı: - Tavuğun, dedi, kursağında yem var mı, diye baktın. Bir de sahibinin kursağını yoklasan, a benim sultanım.