Dört ayaklı bekçiler

A -
A +

Sokak hayvanları, özellikle de sokak köpekleri, tarih boyunca İstanbul'un toplumsal hayatının önemli unsurlarından biri olmuştu. Bu Osmanlı'nın hayvanlara karşı beslediği merhamet duygusunun bir yansımasıydı aslında. Castellan 1811 yılında kaleme aldığı anılarında İstanbul sokaklarında et taşıyan bir takım adamlardan bahseder. Bir alay kedi ve köpeğin bunların çevresinde dolaştığını yazan Castellan, sevap işlemek isteyen bir Müslüman'ın bu şahıslara para vererek hayvancağızların karnını doyurduklarını hayretle seyahatnâmesinde yazar. 1700 yılında İstanbul'a gelen Fransız Botanikçi Tournefourt da bununla ilgili çeşitli gözlemlerde bulunur. Tournefourt'un anılarında sokak köşelerinde köpeklere verilmek üzere et satan satıcılardan; köpeklerin yaralarını saran, yatmaları için altlarına saman koyan, barınmaları için küçük yuvalar yapan hayırsever şehir sakinlerinden bile bahseder. Tournefourt'un en çarpısı gözlemlerinden biri ise hayvanseverlerin haftanın belirli günlerinde bir kısım kedi ve köpeklerin beslenmesini sağlamak amacıyla ve vasiyetnâme bırakmak yoluyla kurmuş oldukları çeşitli vakıflardan söz edilmesidir. 1874 yılında İstanbul'u ziyaret eden Edmando de Amicis İstanbul adlı seyahatnâmesine şehirdeki sokak köpeklerinin çokluğu karşısında şaşkınlığını gizleyemez. Amicis, İstanbul'un tasması, vazifesi, ismi, meskeni, kanunu olmayan sokak köpeklerinin oluşturduğu büyük bir serseriler cumhuriyetine benzediğini yazar. Köpeklere verilen, daha doğrusu hayvanlara verilen değerin bir emsali daha yoktu bir başka ülkede. Her mahallede bu köpeklerin her biri bir eve kapılanmıştı. Hiçbir köpek, diğerinin bağlanmış olduğu kapıya yanaşmaz, kendine uygun bulduğu kapıdan şaşmazdı. Evlerden bu köpeklere akşam sabah yiyecek verilir, yavruları varsa ayrıca beslenir, bunlara başka başka isimler verilir ve her biri mahalle halkı tarafından bu isimlerle seslenilirdi. Yabancılar köpek sevmez İstanbul'da yaşayan yabancılar ise sokak köpeklerini birer "baş belası" olarak görür ve kendi mahallelerinden uzaklaştırmak için olmadık numaralara başvururlar. Bu yabancılardan olan Dorina L. Neave, "Boğaz'da Yirmi Altı Yıl" isimli eserinde bu baş belalarından kurtulmak için nasıl bir sandalcıya para vererek köpeklerin toplatıldığından ve daha sonra İstanbul Boğazı'nın diğer yakasına bıraktırıldığından bahseder. Fakat köpeklerin nereden geldiğini çok iyi bilen karşı kıyıdaki sakinler de boş durmayıp, sandalcıya iki katı para vererek köpekleri geldiği yere gerisin geriye gönderirlerdi. Amicis, "İstanbul" adlı seyahatnâmesinde köpeklerin Pera ile Galata arasında çektiği eziyet ve sıkıntıları dile getirir. Ona göre Pera ile Galata'da arasında köpekler, Müslüman mahallelerinde köpekler kadar rahat ve huzurlu değillerdir. Buradaki köpekler Müslüman mahallerindekiler kadar canlı kanlı değil, biraz daha uyuşuk davranırlar. Azınlıkların yaşadığı bu bölgeler, köpeklerin yemek artığı bulmakta güçlük çektiği bir cehennem olmakla kalmayıp toplu halde öldürüldükleri bir mezarlığa da dönüşmüştür. Çünkü bu bölgelerde köpeklere zehirli et verilerek öldürülür. Mahallenin isimsiz bekçileri Köpeklerin, mahalle güvenliğini sağlamada üstlendikleri bekçilik görevini de zikretmeden geçmemeli. O dönemler sokak köpekleri belediyenin beyaz kemerli belediye kavaslarının, belediye çöpçülerinin muavinleri ve yardımcıları idi. İstanbul mahalleleri kendi içine kapalı birimlerdi ve bir yabancıya ancak kefalet sistemiyle yaşama hakkı tanınırdı. Bu yüzden mahalle sakinlerinin hemen hepsi birbirini tanır, komşularının aile geçmişlerini bilirlerdi. Seyyar satıcılar için de aynı durum geçerliydi. Yabancı bir satıcı istediği mahalleye giremez, eğer girerse karşısında köpekleri bulurdu. Aslında İstanbul mahalleleri kafes arkasında yüzlerce gözün gün boyu bir kontrol sistemine sahipti. Bu durumda köpeğin bekçilik görevi hava kararınca başlar ve mahallenin olduğu kadar kendi cemaatin de güvenliğini sağlardı. İlk hayvansever cemiyet 1910'lu yıllarda İttihatçı hükümetin aşırı Batıcı ve modernist politikalarına kurban giden köpeklere 1912 yılında kurulan ilk 'hayvanseverler derneği' olan "İstanbul Himaye-i Hayvanat Cemiyeti" sahip çıkar. Dönemin ileri gelen asker ve sivil bürokratları tarafından kurulan cemiyet, hayvanlara reva görülen zulmün ve haksızlıkların engellenmesi, hayvanlara iyi muamele edilmesinin teşvik eder. Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'na girmesi sebebiyle faaliyetlerine son veren cemiyet, İttihatçıların başlattığı sokak köpeklerini yok etme kampanyası kısmen başarılı olmuştur. Gariplerin başına gelenler Sokak köpeklerinin bunca hizmetine karşılık bu garip köpekler dönem dönem Yassıada'ya sürülür. Bunların ilki Galata'da dolaşan bir İngiliz turistin yüzünden olur. Pek alışık olmadığı bu köpek sürülerinden kaçmaya çalışan İngiliz, yüksekçe bir duvardan düşüp ölür. Bir İngiliz'in ölümü o dönem ortalığı karıştırır ve bunun üzerine 2. Mahmud'un emri ürerine köpekler Yassıada'ya sürülür. Aynı olay Sultan Abdülaziz devrinde de yaşanır. Zavallı köpekler kaderi yine o Marmara'nın ortasındaki kaya yığını olan adaya sürülmektir. Ancak o sırada İstanbul'da büyük bir yangın vuku bulur. Halk, yangını, başından beri tasvip etmedikleri bu sürgün olayına bağlar. "Köpekler olsaydı yangını daha evvel haber verirdi, bu yaptıklarınızın bir cezasıdır." diyerek köpeklerin tekrar İstanbul'a getirilmelerini sağlarlar. 1908'de Abdülhamid'i deviren İttihatçı hükümet, sokak köpeklerine karşı inanılmaz bir yok etme kampanyasına başlar. 1912 yılında köpekler, her birine karşılık küçük bir miktar para verilerek Çingeneler tarafından özel dev kerpetenlerle yakalanarak, "feryad-ü figan" içinde kafeslere yerleştirilir. Özel köpek toplama arabaları aracılığıyla Tophane'ye getirilir. Oradan gemilerle "Hayırsız Ada" olarak bilinen Sivri Ada'ya götürülür. Sayısı 30 binleri bulan bu garip köpeklerin bu seferki gidişinin dönüşü yoktur. Başına iki görevli verilir ve her gün sandallarla onlara yiyecek götürülür. Bayezıd Camii'nde ramazan sergileri Etrafında vekâları, ciddiyetleri ve kudretli şahsiyetlerle idare eden kimseler gibi, şehrin merkez yerine kurulup oturmuş olan Bayezıd külliyesi de sanki beldenin bir eski ceddi, gün gürmüş, eyyam sürmüş bir kadim aşinası, bir yarı vefakârı idi. Bilhassa cami, ramazan aylarında, soluk alır gibi her kapısından yüzlerce insanı alıp verir, doldurup boşaltır ve sanki bu suretle de yaşama gücünü sağlamış olurdu. Gene ramazan aylarında bu pederşâhi abidenin avlusu, revaklarının altında kurulmuş sergiler ve sergilerde teşhir edilen yerli mamul ve mahsulleriyle dolup taşardı. Fakat bu ramazan sergisi, bu alışveriş mahalli olduğu kadar, günün iftara yakın saatlerinin de bir zevk ve oyalanma yeri idi. Sarayın, devlet erkânının, tüccarın ve şehrin varlıklı ailelerinin sergiye olan bu alâkaları, bayram veya iftarlarda verecekleri hediyeleri ve diş kiralarını tedarik etmeye müsait bir panayır yerine benzetmesindendi. Tezgâhların üstüne konmuş top top, renk renk, Hereke kumaşları elbiselikler, sırmalı döşemelikler, şallar... Süleymaniye işi dökmeden, tunç ve pirinç mangallar, sahanlar, maşrapalar, tepsiler, fiske şamdanları, mum makasları, buhurdanlar, gülabdanlar, hamam tasları... Bir başka tezgahın üstünde hâlâ sofralardan eksilmemiş olan şimşir, abanoz, bağa, fil dişi kaşıklar ve gene fil dişi ve abanoz üstüne altın kakmalı enfiye kutuları, ağızlıklar, necef veya cebeli lokumdan mühürler, yüzük taşları... Diğer bir sergi de tahta kutular içinde meyve murabbaları, pestiller, köftünler, cevizli sucuklar, nardenkler... Bir başka pavyonda ise, her biri şeker dizisi gibi sıra sıra, renk renk tesbihler. Erzurum kehribarı, kedi gözü, yüz sürü, yuldız taşı, yetim taşı tesbihler ve bütün bunları satan ciddi, dürüst ve ağırbaşlı efendi adamlar... Başta abani sarık, dizde elifi şalvar, sırtta setre, çoğu zaman şal yelek, cepten iliğe uzanmış bir külçe gümüş köstek, hileyi düzeni kapısından içeri sokmamış namus erbabı, kanaat ehli esnaflar. Kalabalıktan ayrılanlar bazen de konu zevkini billur şişeler, fil diş hokkalar içinde etrafa dağıtan misk yağcıların önünde durur. Zira gül, karanfil, tarçık, tefarik, misk, amber, hacı yağı birbirine karışarak adeta bir devrin konusunu teneffüs etmekte ayrı bir zevktir. Bakarsınız az ötede kırmızı biber, karabiber, zencefil, karanfil, havlican, tarçın, devai misk ve nane şekeri satan sergiler vardır. Halk ise, bu görücüye çıkmış kızlar gibi süslenip bezenmiş, dayanıklı, ağırbaşlı, asil ve zevkli eşya barakalarını ta bayram gecesine kadar dolaşıp gezmekte devam eder. Semiha Ayverdi - 1940 Yalan dünya Saz Şairi Seyrani, gözü âmâ olmuş eski bir dostuna rast geldi. -Ne var ne yok? Diye hatrının sorunca, âmâ olan dostu: -Ne bileyim, dedi, bende artık dünyayı görecek göz kalmadı ki! Şair, eski dostuna şu zarif cevabı verdi: -Esef etme, onda da bakılacak yüz kalmadı! Besmelenin fazileti Saliha bir kadının, münafık ve cahil bir kocası vardı. Bu kadın "Bismillahirrahmanirrahim" diye besmele çekmeden, hiçbir işine başlamazdı. Kocası, onun bu haline kızar, kadıncağıza yapmadığı eziyeti bırakmazdı. O saliha kadın ise, kocasının eza ve cefalarına sabreder ve onun doğru yola gelmesi için Allah'a dua ederdi. Birgün, kadının kocası iyice öfkelenmişti. Karısına yapacağı eziyet ve kötülük için bir bahane arıyor ve kendi kendine: "Şuna bir oyun çevireyim de görsün; bakalım onu rezil olmaktan kim kurtaracak?" diye söylenip duruyordu. Başkalarına açıkça söyleyemediği inkarcılığı, artık bütün çirkinliğiyle, içinde dolup taşmıştı. Hanımını çağırdı, ona bir kese altın vererek : - Bunu iyi sakla! diye tenbih etti. Kadın da kocasının emri üzerine hemen gitti, besmeleyi çekerek keseyi iyice sakladı. Bu arada kocası da onu gizlice takip ediyordu. Sonra karısının haberi olmadan keseyi, karısının sakladığı yerden aldı. İçindeki altınları boşaltarak, keseyi derin bir kuyuya attı. Aradan çok geçmeden karısını çağırdı ve: - Sana verdiğim bir kese altını hemen getir dedi. Kadın koştu, keseyi sakladığı yere, "Bismillahirrahmanirrahim" diyerek elini uzattı. Tam o anda, Allahü teâlânın emriyle, kese kadının sakladığı yerde içindeki altınlarla beraber aynen duruyordu. Islanan keseden suları damlıyordu. Kadın kesenin neden ıslak olduğunu anlayamadı ve keseyi kocasına getirdi. Adam içi altınla dolu keseyi görünce çok şaşırdı ve karısının söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu anladı. Sonra karısına ; - Sana çok zulmettim, çok canını yaktım,beni affet. diye yalvarmaya başladı. Allah'a tevbe ve istiğfar etti. İbadetlerine bağlı bir insan oldu. O günden sonra dua ve yakarışlarında hep şöyle derdi; - Ya Rabbi ! Bana dünyam ve ahiretim için hayırlı, saliha bir kadını eş olarak verdiğin halde, sana hakkıyle şükretmekten acizdim, beni affet Allahım... O saliha kadın ise ; - Ya Rabbi ! Sana şükürler olsun ki, duamı kabul edip kocamı salihlerden eyledin, diye dua ediyordu. Karaciğerin yağlanması önlenir Oruç esnasında daha az kalori alındığından karaciğere daha az yağ asidi ve glikoz gelir. Karaciğer dışında kalan ve yağ asitlerini kullanan organlar ve dokular yeteri kadar glikoz alamayınca kandan daha fazla yağ asidi alırlar ve onları parçalayarak enerji kaynağı olarak kullanırlar. Karaciğer hücrelerinde hem kan yolu ile alınan yağ asitlerinden hem de glikozun yıkım ürünlerinden sentezlenen yağ asitlerinden üretilen trigliserin miktarı azalır. Trigliserid yağ olarak depolanan depo malzemesi olduğundan karaciğerde yağ birikimi olmaz; aksine biriken yağlar, lipoprotein haline çevirerek diğer dokulara yakıt için göndermeye başlanır. Lipoprotein sentezini engelleyen alkol gibi maddelerde ramazanda alınmayacağından, karbonhidrat miktarı da azalmış olacağından, lipoprotein sentezi artar. Azalan yakıt alımı dolayısıyla açığı kapatmak üzere yağlar parçalanmaya başlar, böylece karaciğerin yağlanması önlenir. Sünnete uygun fazla yenilmeden tutulan bir oruç ile karaciğerin yağlanmasının önüne geçilmiş olur. Karaciğeri yağlanmış kişiler oruç tutarken kolin ve metiyonin taşıyan besinler veya preparatları ramazan boyunca alırlarsa yağlanmanın geriye döndürülmesi hızlandırılır.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.