Fakirin hakkı gözetilirdi

A -
A +

Vakti Saadette fukarayı sâbirine yiyecek yardımı yapılırdı. Hem de başa kakmak bir yana, fukaranın ne adedi sayılırdı, ne de şahsiyeti aranırdı. Yalnız kocaman kapıların üstüne: "İnnema netamüküm" âyeti celilesi yazılırdı. Senin için, benim için, onun için diye ayrımlara gidilmezdi. Alçak gönüllülükle, "Livac hullah" denir, açık bırakılırdı. Âlâ buğdaydan fodlalar, âlâ pirinçten, buğdaydan çorbalar, etli, zerdeli pilavlar, nazlı aşlar, kavurmalar yapılır, tas tas ihtiyaç sahiplerine verilirdi. Öyle kazanlar vardı ki, insan içine düşse boğulur, öyle kepçeler vardır ki bir dolusu insanı doyururdu. Merhamet eksildiği yerde bereket durmaz dermiş eskiler. Özellikle şu günlerde Allah rızası için bir fakire bir kâse çorba yardımı yapmak, bir ihtiyarın, bir fakirin koluna girip de onu minnet yükünden kurtaracak şekilde doyurmaktan hissedeceğimiz tokluk, bizi acaba kaç gün idare eder... Hiçbir karşılık beklemezdi Ramazan ayında zenginler fakir düşmüş akrabalarına pirincinden yağına varıncaya kadar erzak gönderirlerdi. Bunlardan başka eve gelen bütün erzak ve eşyaya fukaranın hakkı verilmeden el sürülemezdi. Ramazanda da ekseriya kadın, erkek, evin büyüğü her kimse, iftara yakın mutfağa iner, aşçısı var ise ona: - Ne var? diye sorar, o da bir sayar, aşçısı yok ise bizzat kendisi tencereleri yoklar, zihninde topladığı yekün üzerinden çorba başta olmak üzere üç veya dört-beş türlü yemek seçerdi. Bu yemekler çoğunlukla çorba ile beraber et, bir pilav, bir tatlıdan ibaret olurdu. Bunlardan sahanlara, kaselere veya tabaklara koydurur veya koyar, kapaklarını kapar, bir tepsiye dizer, üstünü örter, ya kendisi, ya oğlu, kızı, karısı veya bir adamı herhangi bir fakirin evine götürüp verirdi. Bir de unutmamak gerek, gönderilen yemeklerin içine hediye babında hal ve vaktine göre çeyrek, yarım altını yapıştırmayı unutmazlardı. Mahalle teşkilâtları O zamanlar memlekette şimdiki gibi yüzlerce hayır cemiyeti, yüzlerce sosyal dernek yoktu. Ancak dinimizin beş temel direğinden biri olan "Zekât" müessesesi vardı ve bu müessese, maddi hiçbir müeyyide olmaksızın, Müslümanların kalplerindeki sarsılmaz inançla tıkır tıkır işlerdi. Sadece zekat değil, fidyeler, fitreler ve sadakalar da düzenli olarak verilirdi. Ve en önemlisi bir "Mahalle teşkilâtı" vardı İstanbul'da. Kimin kurduğu, kimin işlettiği belli olmayan, başkanı, muhasebecisi, veznedarı bilinmeyen bu mahalle teşkilatları, nesillerden nesillere sessiz akan billûr bir nehir gibi hizmetlerine devam etti. Bizim o kutsal diyebileceğim mahalle teşkilâtlarının öyle resmi görevlileri yoktu. Yardım edenle, yardım edilenin adları, sanları, boy boy resimleri teşhir edilmezdi. Yalnız ramazanda, bayramlarda değil, her zaman ana evlerin gözü, yavru evlerin üstünde olurdu. Hastalara, ilaçları, öğrencilere kitapları defterleri, gelinlik kızlara çeyizleri derhal el altından yetiştirilir, el birliği ile yeni evlere her şeyi tamam, mükemmel bir evceğiz hazırlanıverirdi. Küçük evlerin bayramlıkları da, ramazan ayı içinde büyük evlerde hazırlanır, gizlice bohça bohça yavru evlere gönderilirdi. Bu bohçalar içinde ihtiyar ninelerin baş örtülerinden, küçük torunların çoraplarına, pabuçlarına kadar bütün iç ve dış giyecekler bulunurdu. Yardımlar el altından yapılırdı Mahallelerde esnaftan ve orta hallilerden beş altı zat, birleşir, sıra yaparlar, birer ikişer gün fasıla ile imam efendiyi, hacı efendiyi, birinci muhtarı iftara davet ederlerdi. İmam da, hacı da, muhtar da bu davetin, mahallelilere delâlet etmek manasını taşıdığını bilirler, ona göre beraberlerine davetli alırlardı. Pek çok zenginler her akşamüstü hizmetkârlarından biri şuradan buradan fakir kimseleri toplar, konakta özellikle kurulmuş sofraya oturtur, yedirir, içirirdi. Bütün ramazan o hizmetkâr bu işe memurdu. Bunlara yardım etmekle dine, milliyete, memlekete hizmet edilmiş olduklarına inanırlardı. Bir de cami iftarları vardı. Hali vakti pek de yerinde olmayan, evinde iftar veremeyenler ise iftar vaktine yakın büyük camilerimizin avlularında dolaşır, yanlarına üç, beş fakir alır, iftar vaktinde onlara pide, hurma, zeytin alıverip oruçlarını açtırırdı. Zaten Ramazanda camiye gelen halk, mali kudretine göre yardım bekleyen fukaraya sadakalar, rastlarsa kimsesiz çocuklara "şeker parası" namıyla para verir, cami dışında simit, çörek alır, hoş sözlerle gönüllerini yapardı. Bu da İsmail Paşa'dan... Hidiv İsmail Paşa 1866 yılında meydana gelen Hocapaşa yangınında bir defada verdiği bin beş yüz kese akçeden başka, bu yangında evi barkı yanıp büsbütün kül olmuş ve tutulan defterine göre tutarı sekiz bin beş yüz kişiye varan ihtiyaç sahiplerinin her birine altı ay kış, ayda altmışar kuruş ile otuzar okka pirinç ve ikişer okka da sade yağ vermiş ve Sultan Abdülaziz'in hastalıktan iyileşmesi şerefine olmak üzere beş yüz bin kuruş gönderip, fakirlere dağıttırmıştı. Yine aynı Paşa'nın 1863 yılı ramazanının yaklaştığında gönderip dağıttırdığı para ve erzakın cins ve miktarı da şöyleydi: Dağıtılan yerler Şeker Pirinç Nakit (Kuruş) Tekkeler 40 Kantar 100 ölçek 83.000 Medreseler 30 Kantar 50 ölçek 43.000 Üsküdar mahallerine 20 ölçek 15.000 Boğaziçi semtlerine 18 ölçek 15.000 Galata, Tophane, Fındıklı 10 ölçek 10.000 Kasımpaşa 10 ölçek 10.000 Eyüp ve Eğrikapı 17 ölçek 12.500 Silivrikapı 14 ölçek 10.000 Yedikule 14 ölçek 10.000 Yeri belli olmayan fukaraya 10 Kantar 43 ölçek 42.500 Toplam 80 kantar 296 ölçek 251.000 Not: 1 kantar: 56.408 kilogram, 1 ölçek: 44 kilogram Ezansız semtler Kendi kendime diyorum ki; Şişli, Kadıköy ve Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler? İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bu günkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinde okunan Kur'an-ı Kerim'in sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitâbullah'ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar. Gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbirleri dinlediler. Dinin böyle bir merhalesinden geçtiler hayata girdiler. Türk oldular. Bugünün çocukları ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar. Bu çocukları sütü çok temiz hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler, yoksa ne muhit, ne yeni yaşayış, ne semt, hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettiremez. Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi frenk semtlerinde yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın ruhu belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescid peydâ olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır. Hâsılı o toprağın o köşesi imana gelirdi; Beyoğlu'nu ve Galata'yı saran yeni yapıların yığını arasında o mescidlerden, o türbelerden bir ikisi kaldı da gördük ki cedlerimiz o kefere frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugün Türkleri bilakis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy ve Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yerleştik, fakat o yerler Müslüman ruhundan âri, çorak ve kurudur. Bir Üsküdar'a bakınız, bir de Kadıköy'üne. Dört sene evvel Büyükada'da oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusuyla sabaha kadar uyuyamadım. Vakit gelip, camiye gittiğimde Vâiz kürsüde vaaz ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatin gözleri bana çevrildi. Beni daha doğrusu bizim nesilden benim gibi birini, camide gördüklerine şaşırıyorlardı. Va'zı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar bütün cemaatin arasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarlarını hissediyordum. Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp Muhammed sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu. Namazdan çıkarken, kapıda âyandan Reşid Âkif Paşa durdu. Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu: "Bu bayram namazında iki defa mes'ûdum hamdolsun sizlerden birini kendi başına camiye gelmiş gördüm! Berhudâr ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti!" dedi. Hem geldiğimi, hem de bayramımı tebrik etti. Yanındaki eski adamlar da onun gibi tebrik ettiler. O sabah gönlüm her zamankinden fazla açıktı. Yahya Kemal Beyatlı / Tevhid-i Efkâr Gazetesi Hayat bir tesadüf değil Bize hayat imkanı veren böyle bir evrenin tesadüfen oluşması, bütün fiziksel değişkenler birarada düşünüldüğünde, kaçta kaç ihtimaldir? Bu sayıyı ünlü İngiliz matematikçi Prof. Roger Penrose hesaplamıştır. Tüm fiziksel değişkenleri hesaba katmış, bunların kaç farklı biçimde dizilebileceğini dikkate almış ve içinde canlıların yaşayabileceği bir ortamın oluşmasının ihtimali 10123' tür. Bu sayının ne anlama geldiğini düşünmek bile zordur. Matematikte 10123 şeklinde yazılan bir rakam, 1 sayısının yanına 123 tane sıfır gelmesiyle oluşur. (Bu evrendeki tüm atomların sayısının toplamından, yani 1078 'den bile büyük, astronomik bir sayıdır.) Kısacası bu sayı bizlere, evrenin tesadüfle açıklanmasının kesinlikle imkansız olduğunu göstermektedir. Uyanık bilirdik Kanuni Sultan Süleyman'a bir kadın gelerek evinin geceleyin kendisi uykuda iken soyulduğunu haber verir ve hırsızın yakalanmasını ister. Kanuni, "Bre kadın bu nasıl uyku ki evin soyuluyor da haberin olmuyor?" der. Kadın sakin bir halde anlamlı bir cevap verir: "Biz seni uyanık biliyorduk. Onun için bu kadar derin uyuduk." Annenin sana ihtiyacı var Ebü'l-Hasen-i Harkânî hazretleri şöyle anlatır: "İki kardeş vardı. Bu iki kardeşin hizmete muhtaç bir anneleri vardı. Her gece kardeşlerden biri annenin hizmeti ile meşgul olur, diğeri Allahü teâlâya ibâdet ederdi. Bir akşam, Allahü teâlâya ibâdet eden kardeş, yaptığı ibâdetten duyduğu hazdan dolayı kardeşine: - Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim, dedi. - Kardeşi kabul etti. İbâdet ederken secdede uyuya kaldı ve o anda bir rüya gördü. Rüyasında bir ses ona: - Kardeşini affettik, seni de onun hatırı için bağışladık, deyince genç: - Ben Allah teâlâya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat beni onun yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz, dedi. Ses ona: - "Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyacımız yok. Fakat, kardeşinin annene yaptığı hizmetlere annenin ihtiyacı vardı" karşılığını verdi.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.