Hayali gerçekleşemedi

A -
A +

Hıristiyan kilisesine göre sağır-dilsizler Tanrı'nın gazabına uğramış kişilerdir. Bunları konuşturmaya çalışmak Tanrı'nın iradesine karşı gelmektir. St. Augustinus'a göre anadan doğma sağırlar asla imân sahibi olamaz. Çünkü imân, vaazlardan dinlenen sözlerden gelir. Ortaçağ Avrupa'sında bunlar olurken Peygamber efendimiz sahabeden âmâ olan Abdullah bin Ümm-i Mektûm'a büyük ilgi ve alaka gösterir. Sık sık hâne-i saadetlerine davet edip halini hatırını sorar. Sesi çok gür ve güzel olduğu için ona sabah namazından sonra ezan okuma görevi verir. Daha ilginç olanı ise bazı savaşlarda Peygamber efendimiz, onu Medîne-i Münevvere'de vali olarak bırakmasıdır. Peygamberimizin zamanında on üç defa Medîne'de kalıp, valilik ve imamlık yapar. Abdullah İbni Ümm-i Mektûm, Veda Haccına da katılır ve Peygamberimiz Veda Hutbesini okurken gür sesiyle hutbeyi tekrarlama şerefine nail olur. Âmâlara gösterilen şefkat tüm islam medeniyeti boyunca devam eder. Saruhan Bey (vefatı 1346) bir gün yolda gördüğü titreyen körler ve malüller için "Körhâne" yapılmasını, yiyecek ve giyeceklerinin de vakıf tarafından karşılanmasını ister. Manisa'da Dârrüşşifâ'nın karşısında, Muradiye Camii batısındaki Körler Mahallesi ve Gözsüzler Mahallesi denen mıntıkada olduğu tahmin edilen "Körhâne", 17. Yüzyılın sonuna kadar faaliyetlerine devam eder. Burası âmâların dilenmelerine meydan vermemek amacıyla kurulmuş bir nevi bakımevidir. Kurucusu Saruhanlı Bey, daha sonraları "Körhâne Dedesi" lakabıyla anılır, halk arasında adeta bir kahraman ilan edilir. Âmâlar Medresesi Eskiden Şehzâde Camii'nin bitişiğinde "Âmâlar Medresesi" vardır. Kanûnî Sultan Süleyman zamanında vakfedilen bu medresede âmâlar ikamet eder, yiyecek, giyecek her ne ihtiyaçları varsa fazlasıyla karşılanır. Daha sonraki yıllarda, vakıf şartlarına riayet edilmediği için zavallılar oldukça zor durumda kalırlar. Ali Kemâlî Efendi, Sultan Abdülhamid Han'a müracaat edip, âmâların içinde bulunduğu perişan hali dile getirir. Merhametli Padişah, bir fermanla vakfı yeniden ihya eder, Efendi'yi de âmâlar şeyhi olarak görevlendirir. Ne yazık ki Talat Paşa'nın İçişleri Bakanlığı, Mustafa Efendi'nin Şeyhülislamlığı zamanında Âmâlar Medresesi lağvedilir. Devlet sahip çıkıyordu Aynı hassasiyet Osmanlı döneminde sağır-dilsizler için de gösterilir. İçlerinde zeki, kabiliyetli olanlar Topkapı Sarayı'nın Enderun-ı Hümâyûn bölümünde görevlendirilir. Bîzebân adıyla anılan sağır-dilsizlerin varlığındaki amaç, devlet işlerinin dışarı duyurulmamasıdır. Bîzebânların asıl görevi, padişah kapısında nöbet tutmak, padişahların, sadrazamları, Divân-ı Hümâyûn erkânını, sefirleri ve yabancı devlet elçilerini kabul ettiği Arz Odası'nın iç hizmetlerini görmek, padişah haremdeyken kapı beklemektir. Belli bir süreden sonra isteyen dilsizler maaşla emekli edilir, saraydan çıkmak istemeyenler ise ölünceye kadar sarayda kalma hakkına sahiptir. Saraydan ayrılan bîzebânlar ise asla unutulmaz, bunlardan biri de Hüseyin Ağadır. Düştüğü sıkıntıdan dolayı 1847'de devlet kendisine yüklü bir yardımda bulunur, bu meblâğın dışında 500 kuruş da dönemin sadrazamı tarafından verilir. Başarılı olan bu bîzebânlara zaman içinde Mecidiye ve Liyakat nişanları verildiği de olur. 2. Abdülhamid Hanın kurduğu Darülaceze, aynı zamanda âmâların eğitildiği de bir mekândır. Burada kimsesiz âmâlara Kur'an-ı Kerim ve bazı naatlar ile ilâhiler ezberletilerek hepsine şehâdetnâme verilir, bunların camilerde mukabele okumaları, tekke ve zaviyelerde zakirlik yapmaları teşvik edilirdi. Bu âmâların dilenmesinin önlenmesi için de bazılarına devletten cüzi de olsa maaş bağlanmıştı. Sağır-dilsizlerin himaye edilmesinden öteye gidilemediği gerçeği üzerine 1889'da Hamdiye Ticaret Binası'nda "Dilsiz Mektebi" açılır. Başta 25-30 öğrencisi olan okul ertesi sene 45 öğrenciye çıkar. Öğrencilerin çoğunun fukara takımından olması nedeniyle bunlardan tramvayda 20'şer para ücret alınması için belediyeye başvurulur. 1891 yılında Dilsiz Mektebi'ne bağlı bir de Âmâlar Mektebi açılır. Öğrenciler birbirini tamamlasın diye okula daima biri sağır, diğeri âmâ olmak üzere birlikte gelip giderler. Cebinden yardımda bulundu Avrupa'daki emsallerine uygun sağır-dilsiz ve âmâ okulunun kurulması fikri ise 1904'de ortaya atılır. Dönemin padişahı 2. Abdülhamid Han konuya çok sıcak bakar ve bina için 1000 Osmanlı lirası ihsan eder, ileride gerekirse 1000 Osmanlı lirası daha ihsanda bulunacağını beyan eder. Söz konusu okul 100 sağır-dilsiz ve âmânın eğitimini sağlayacak kompleks bir yapıdır, bunun için Acıbadem'de bir arsa satın alınır. Bu proje için Avrupa'ya gönderilen Mimar Valery, binanın yapım masrafının 40 bin, daimi masraflarını ise 10 bin lira olarak tespit eder. 2. Abdülhamid Han, bu paranın toplanabilmesi için 1906'da memur maaşlarından yüzde 1 kesinti yapar, hayırseverleri harekete geçirir, kendi mülkünden de katkı sağlar ama toplanan para ancak 4700 lirayı bulmuştur. Bütün imkansızlıklara rağmen okulun yapılmasına dair ümit kesilmez ama 2. Abdülhamid Hanın tahttan indirilmesiyle bu proje de rafa kalkmıştır, üstelik toplanan paralar Tıp Fakültesine mefruşat ve tıbbi malzeme alımında kullanılır. Her güne bir dua Kaybolan şeyi bulmak için Kaybolan, çalınan bir şeyi bulmak için, her gün yirmi beş kere, "Yâ câmi'annâsi liyevmin lâ raybe fîhi innallahe lâ yuhlifül mî'âd icma' beynî ve beyne..." duâsını okumalıdır. Buluncaya kadar okumalıdır. Duânın sonunda da kaybolan şeyin ismini söylemelidir. Ayrıca, iki rekat namaz kılıp ardından, "ya hâdî ve ya râddet dâlletî, erdid aleyye dâlletî bi izzetike ve sultanike, fe-inneha min fadlike ve atâike" duâsını okumak da maksadı hasıl eder. Menkıbeler İkramının mükafatı Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyin ve Abdullah bin Cafer hazretleri hac için Medine-i Münevvere'den yola çıkmışlardı. Yolda eşyalarını kaybettiler. Aç ve susuz kalmışlardı. Çölde bir çadır görüp yanına yaklaştılar. Çadırda sadece yaşlı bir kadıncağız vardı. Kadına içecek bir şeyi olup olmadığını sormaları üzerine kadın: - Bir koyunum var, sağın da sütünü için, dedi. Sağıp sütü içtikten sonra, aç olduklarını, yiyecek bir şeyin olup olmadığını sordular. - Bir koyundan başka bir şey yok. Kesin de size pişireyim, yer karnınızı doyurursunuz, dedi. Koyunu kesip hazırlattılar ve yedikten sonra oradan ayrılacakları zaman: - Biz Kureyşliyiz. Hacca gidiyoruz, sağ salim Medine'ye dönersek, bizi bulmayı sakın ihmal etme! Sana bir iyilik yapmak isteriz, deyip gittiler. Akşam kadının kocası eve gelip durumu öğrenince kızarak: - Bilmediğin kimselere koyunu nasıl yedirdin! Kureyş'ten birkaç kişi diyorsun. Böyle insan bulunur mu? diye söylendi. Bir zaman sonra Medine'ye göç etmek durumunda kaldılar. Etraftan tezek toplayıp satarak geçimlerini temin ederlerdi. Bir gün Medine sokaklarından geçerken, Hazret-i Hasan'ın evinin önüne tesadüf ettiler. Kapının önünde oturmakta olan Hazret-i Hasan, kadını tanımış, fakat kadın Hazret-i Hasan'ı tanımamıştı. Hazret-i Hasan hemen yanlarına yaklaşıp, yaptıkları iyiliklerini hatırlatarak kadına bin altın ve bin kovun vererek Hazret-i Hüseyin'e gönderdi. O da aynı hediyelerde bulunduktan sonra Hazret-i Cafer'e gönderdi. Hazret-i Cafer, Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in verdiklerinin iki mislini vererek kadını uğurladı.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.