Avrupa'da hayvan hakkının esamisi okunmadığı dönemlerde Osmanlı toplumu, hayvanları haksız yere öldürmek şöyle dursun, sövmeyi, dövmeyi, kaba davranmayı bile yasaklar, bununla ilgili kanunnameler yayınlar. Üzerlerindeki kul hakkı gibi hayvan hakkı da olduğunun farkındadır. Zerre kadar hayvan hakkı bulunanın cehennemde ceza çekeceğini bilir. Çünkü, insan hakkı geçtiğinde bununla helâlleşme imkanı vardır, ancak hayvan hakkı geçtiği takdirde bununla helalleşme imkanı olmadığının farkındadır. İşte Müslüman halk bunun bilinciyle hayvanlara ayrı bir ihtimam gösterir. Bu sevgi, Osmanlı topraklarına her uğrayan seyyahın anıları arasında muhakkak yerini bulur. Batılı seyyah Lamartine, Doğu'ya Seyahat adlı eserinde eski Türklerdeki hayvan sevgisini şöyle anlatır: "Bizim memleketlerde başı boş bırakılan veya azarlanan bu zavallı hayvanların hepsine şefkat ve merhametlerinin hepsini teşmil ederler. Bütün sokaklarda mahalle köpekleri için belirli aralıklarla su kovaları sıralanır. Bazı Türkler de ömürleri boyunca besledikleri kumrular için ölürken vakıflar tesis edip kendilerinden sonra da yem verilmesini sağlarlar.' 18. asrın sonlarında İstanbul'da görev yapmış olan, İsveç elçisi d'Ohsson da şunları yazar: "Hiç kimse bir hayvana eziyet etmez. At, katır, deve gibi yük hayvanlarına fazla yük yüklenemez, zabıta görevlileri fazla yükü derhal indirir ve sahibine sert ihtarda bulunur, bu suçu tekrarlarsa tutuklanır. Yalnız eti yenilmek üzere ve yenilebilir hayvanlar öldürülebilir. Zevk için avcılık yapanlar hele İstanbullular için kınanacak insanlardır. Bu uygulama ve anlayış, Türk milletine şeref verir. Vahşi hayvanlar, ancak insan hayatı tehlikede ise vurulabilir. Bunun gibi ancak zararlı hayvanlar öldürülebilir. Bunlar da ancak keskin bıçakla, aletle, eziyet edilmeden, suda boğmadan, ateşte yakmadan öldürülebilir." Jean Antoine Guer anılarında aynı konuya eğilirken şu satırları not düşer: "Türk şefkati hayvanlara bile şâmildir. Bunları beslemek için vakıflar ve ücretli adamlar vardır; bu adamlar sokak başlarında köpeklerle kedilere et dağıtırlar. Bu hayvanlar o sadakaya alışmış oldukları için, besicilerinin seslerini o kadar iyi tanırlar ki, işitir işitmez hemen sokak başına üşüşmekte hiçbir zaman kusur etmezler... Kısır ağaçların kuraklıktan kurumalarına meydan vermemek üzere bir işçiye ücret verip sulanmalarını temin edecek kadar hayrat ve hasenatta ileri giden Müslümanlara da tesadüf edilir. Birçok Türkler de sırf azat etmek için kuş satın alırlar. Kasaplar her gün muayyen miktar kedi ve köpek beslemekle mükellef kılınır. Şam'da hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisine mahsus bir hastane vardır." İlginç vakıflar Osmanlı toplumunda vakıflar yolu ile yardımlaşma öylesine yaygın ve şefkat ağı öylesine geniştir ki, yardımlaşmanın merkezi insanı aşmış, bir ucu hayvanlar alemine öbür ucu bitkilere kadar uzanmıştı. Kendilerine bunca hizmet sunan bu yaratıklara karşı bir kadirşinaslık örneği vermişlerdi. Bu uğurda zayıf hayvanların otlanıp beslenmeleri için meralar, çayırlar vakfetmişler, kış aylarında kuşların beslenmesi, hasta ve garip leyleklerin bakımı ve tedavisi çerçevesinde su ve gıda verilmesi için vakıflar kurmuşlardı. Bu vakıfların en eski tarihlisi Selçuklu Atabeyi Zengi oğlu Nurettin Mahmut'a ait olup ihtiyar, yaşlı hayvanların yayılıp otlanmaları için, temelli otlak olmak üzere Şam yakınlarında büyük bir arazi vakfetmişti. Ayrıca Selçuklular döneminde büyük bir ticaret merkezi olan Sivas'ta kuşlara vakıf yapacak kadar hayır duygusu çok ileride idi. Bir diğer vakıf da Kavaflar çarşısının ortasında bulunan meydan olup sakat bazı hayvanların bakım yeriydi. Kanadı veya bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar, kör ve sağır baykuşlar burada halkın sadakası ile iâşe edilirdi. Kavaf esnafının aylıkla tuttuğu görevli, toplanan sadaka parası ile her gün işkembe alır, temizler parçalar ve insan merhametine iltica eden bu zavallı kuşlara dağıtırdı. Kuşlar için vakıf suretiyle kurulmuş hastanelerin en ünlüsü, yalnız hasta leylekler üzerinde ihtisas yapmış Bursa'da "Guraba-hâne-i Laklakaan"dır. Tarihte ve günümüzde bütün dünyada görülmemiş bir örnektir bu... Son yıllara ait bir örnek ise Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Tescil Dairesi Başkanlığındaki 1959 numaralı defterde, sayfa 488, sıra 360'ta kayıtlıdır. İzmir'in Ödemiş İlçesinde Abdullah oğlu Mürselli Hacı İbrahim Ağa'ya ait 1911 tarihli vakfiyede "Yeni Cami-i şerif-i mezkurda mücavir kalan leyleklerin ekilleriy çün senevi 100 kuruş verile" denmektedir. Ve yakın zamanlara kadar hâlâ bu beldede sakatlanıp göç etmemiş leyleklere bakıldığı bilinir. Kuşların yeri ayrı Osmanlıda hayvanlar pek sevilir ama kuşların yeri ise ayrıdır. Bir çok insan kendi yuvalarını yaparken kuşları da unutmaz. Kışın sıcak ülkelere uçup gidemeyenler için, özellikle kumru güvercin ve serçeler için başlarını sokacak bir delik, bir kovuk, bir yuva yapmadan edemez. Hem sevgi, hem merhamet hem de sanatı birleştirmişler onlar için ve ortaya basbayağı saray, cami şeklinde yuvalar çıkıverir ve zaman içinde mimari yapıların bir parçası olur kuş evleri. Hatta Beyazıt Camii için Sultan 2. Beyazıt tarafından tesis olunan Beyazıt takviyesinden caminin ayrılmaz sakinleri kuşlar için her yıl harcanmak üzere 30 altın lira yem parası tahsis olunur. Bir kişi de yem vermek, hastalıkları tedavi etmek, kırık çıkıkları bağlamak üzere görevlendirilir. Bu para tahsisi 1920 yılına kadar devam eder. 1922'ye kadar kaç ramazan geçti? Biz, ramazana tâ Peygamber Efendimizin doğum gecesinden hesap ederek başlarız. Minareleri, birer nurlu kuşak gibi sarılan kandiller, hafızamızı daha uzaklara götüren birer projektör kesilir, bize ramazan geceleri gibi ruhâni gecelerden birinin Allahü tealanın günahları bağışladığı bir gün olarak geldiğini hissettirir. Eski kadınlarımız bu hesabı, bu mâneviyatı Arabi aylarına ayırdıkları unvanlarla pek açık bir suretle ifade ederlerdi: -Büyük mevlud, -Küçük mevlud, -İki (rebî)i, -Küçük tövbe, -Büyük tövbe diye parmaklarıyla sayarak: -Üç aylar diye (Receb)i, (Şaban)ı, (Ramazan)ı sıralarlar, bunlardan sonra da: -Şeker -Aralık -Kurban deyip (Âşure)ye girerler. (Safer)e nasılsa bir kulp takamadıkları için yalnız (sad)ını hafifleterek: -Sefer telâffuzuyla seneyi tamamlarlardı. İster ileri gidilsin, ister yan yana, herkesin bir hesabı vardır ya... Eğer bu hesap arzu edileni verebilirse doğrudur. Hicri tarihi Peygamber Efendimizin vefatından sonra Hazreti Ömer Efendimizin hilâfeti zamanında konulmuştur. Bu takvimlere göre, şerefle gelen bu ramazan, orucun farz oluşu ikinci hicri senesinde vuku bulduğundan 1338'inci (1) senei devriyesine rastlıyor. Bu tahmine göre, 1338 ramazan gelip geçmiş oluyor ki, her biri otuzar günden hesap edilecek olursa 10.140 gün eder. Fakat bu tahmin içinde ilk günden başlayarak biraz daha doğruluk arayalım dersek Arabi ayların yirmi dokuz olanları da bulunduğu için yarısını bu tarzda hesap ederek bu toplamdan (668)günün çıkarılmasına mecbur oluruz. O halde geçen günlerin toplamı aşağı yukarı 39.472 gün eder ki, bunları yine (Sene-i kameriyye)ye tahvil edecek olursak, Müslümanların ikinci Hicri senesi ramazandan başlayarak 111 sene 2 ayı geçen bir oruç devri geçirmiş olduğu anlaşılır. Kim bilir açık ve gizli (Naks-ı sayyam - Oruç bozmak) edenlerin adedi kaça çıkmıştır? Fazla ibadet edenler ne kadar eklemişlerdir? Benimkiler ne kadardır?.. Sizinkiler kaç sene, kaç ay, kaç gündür? Bu seneninkiler ile daha kaç zam edilmek ihtimali vardır?... Ama siz diyeceksiniz ki: - Allahü tealanın mağfiretinden de büyük mü günahım? Şuna buna borcum olmasın da, Allahü tealaya olsun, bağışlaması ve acıması boldur, her işimizde olduğu gibi bu işimizde de kendisi cömerttir, verir, can ve gönülden kopma bir tövbe, bütün günahların üzerine bir sünger çekebilir... Fakat yaptıklarımız, ettiklerimiz, daha yapacak, edeceklerimiz göz önüne alınacak olsa, bu kadar tebeşire sünger mi dayanır? Bu gidişle iki âlemde de maskara olmak ihtimali yüzde yüz... Bari görünüşü ört-bas etsek... Şu mübarek günler hürmetine kavgayı ve şikayetleri bir tarafa bıraksak... Elimizden başka bir şey gelmiyor, hiç olmazsa dinin ve milletin doğru yola yönelmesi için dua etsek... Allahü tealanın affından ümit kesilmez... Ancak o zaman: (Yok mu bir lebbeyk ya Rab sad hezerân ya Rabbi) demeye dilimiz varır... Belki duamız kabul olunur... Başımızdaki afetler, belalar savrulur... Oruç mideden evvel, dil için temize çıkmadır, eski zamanlarda bile kahvehanelerde, kağıtçı dükkanlarında: "Bana benden olur her ne olursa Başım rahat bulur dilim durursa" Levhaları asılıydı. Bu ramazanda da bunlardan gazete matbaalarına, gazetenin baş sütunlarına, bizim özene özene (Mahafil-i siyasiye) dediğimiz yerlere, fırha (parti) toplantı odalarına (!), velhasıl akıl ve fikir uğrağı olacak kafalarımıza birer tane assak... Ne bilirsiniz?... Belki tesiri görülür... Tövbe, istiğfar, ruhu tazeler. "Hak yol aramak vâcibedir akl-ı selime Tevfikini elbette Hudâ rehber eyler" Ahmet Rasim - 1922 Ramazan ve Şevval orucu Süfyanı Sevri anlatıyor: - Ben Mekke-i Mükerreme'de üç sene oturdum. Mekkelilerden bir kimse her gün Harem-i Şerif'e gelir, tavaf eder, namaz kılar ve sonra bana selâm verip giderdi. Ben bu kimse ile tanıştım. Bir gün o kimse beni yanına çağırdı. Bana dedi ki: "Ben öldüğüm vakitte kendi elinle beni yıka, namazımı kıl ve defneyle. O gece de beni terk etmeyip kabrimde gecele. Münkireynin suali anında bana Tevhîd'i telkin et!" Ben o kimsenin istediklerini yapmayı kabul ettim. Bana dediğinin aynını yaptım: Kabrinde geceledim. O gece uyku ile uyanıklık arasında iken: "Ya Süfyan! Beni korumaya ve senin telkînine ihtiyaç kalmadı" diye bir ses işittim. O zaman: "Ne sebeple bu lütfa eriştin" diye sordum. Bana cevap olarak: "Ramazan-ı Şerîf'in orucunu tutup Şevval'den altı gün daha eklemem sebebiyle" dedi. O zaman ben uyandım. Yanımda kimseyi göremedim. Abdest aldım, namaz kıldım, uyudum; böylece üç kerre gördüm. Bildim ki bu Rahmânîdir, şeytandan değildir. O zaman da kabrin yanından ayrıldım ve: "Ya Rabbi! Beni Ramazan'ın orucuna ve Şevval'den altı gün orucuna muvaffak kıl" diye dua ettim. Allahü teâlâ hazretleri beni de muvaffak kıldı. Akıl almaz bir denge Yıldızlar, gezegenler ve uydular hem kendi etraflarında, hem de bağlı bulundukları sistemle birlikte dönmekte, evren tıpkı bir fabrikanın dişlileri gibi ince bir düzen içinde çalışmaktadır. Güneş sistemimiz hatta diğer galaksiler, başka merkezler etrafında büyük bir hareketlilik gösterirler. Dünya ve onunla birlikte Güneş Sistemi her yıl, bir önceki yerinden 500 milyon kilometre uzakta bulunur. Gök cisimlerinin yörüngelerinden en ufak bir sapmanın bile sistemi altüst edecek kadar önemli sonuçlar doğurabileceği hesaplanmıştır. Örneğin dünya yörüngesinde, normalden fazla veya eksik 3 milimetrelik bir sapma bakın nelere yol açabilirdi: "Dünya güneş çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer ki her 18 milde doğru bir çizgiden ancak 2.8 mm ayrılır. Dünyanın çizdiği bu yörünge kıl payı şaşmaz, çünkü; yörüngeden 3mm'lik bir sapma bile büyük felaketler doğururdu: Sapma 2.8 yerine 2.5 mm olsaydı yörünge çok geniş olurdu ve hepimiz donardık, sapma 3.1 mm olsaydı hepimiz kavrularak ölürdük." Biz de onlara yaklaşıyoruz Sultan Alparslan 27 bin askeriyle Bizans topraklarında ilerlerken, keşfe gönderdiği askerlerden biri huzuruna gelip telaşla: - 300 bin kişilik düşman ordusu bize doğru yaklaşıyor, der. Alparslan hiç önemsemeyerek şöyle der: - Biz de onlara yaklaşıyoruz. Etli Kayısı Dolması Malzemeler: 30 kayısı, 1 kahve fincanı Amerikan pirinci, 1 çorba kaşığı kıyma, 1 soğan, tuz, karabiber, biraz tarçın, 1 demet nane, 1 kaşık kuru nane, 1 limonun suyu, 1 kahve fincanı sıvı yağ. Yapılışı: Kayısıları akşamdan suda bekleterek yumuşatın. Diğer tüm malzemeleri karıştırarak, harcınızı hazırlayın. Kayısıları bölerek içlerini daha önce hazırladığınız harçla dolma doldurur gibi doldurun. Tepsiye doldurulmuş kayısıları dizin. Üzerlerini örtecek kadar su ilave edip 30 dakika fırında pişirin. Üzerine bol nane ve limon suyu dökerek servis yapın.