Osmanlı devletinin üç kıtaya yayılıp "Cihan Devleti" adıyla anılmasının elbette bir çok sebebi vardı. Şimdiki adıyla din ve vicdan hürriyeti o dönem Osmanlı devletinin titizlikle uyguladığı temel prensiplerden biriydi. Osmanlı mozaiği andıran karmaşık bir yapı arzediyordu. Rumlardan Yunanlılara, Macarlardan Hırvatlara, Araplardan Kıptilere daha onlarca etnik köken Osmanlı tebaası içinde yer alıyordu. Onca etnik kökenin yanında İmparatorluğun sınırları dahilinde Müslümanlar dışında Katolikler, Ortadokslar, Yahudiler ve farklı mezheplerden gelen topluluklar mevcuttu. Bu denli farklı toplumları bir arada tutma başarısı hiç şüphesiz ki Osmanlı'nın uyguladığı yönetim anlayışıyla olabilirdi. O dönemler adı "demokrasi" olmayan ancak günümüzde bile bu kadar iyi işlemeyen bu hoşgörü ve müsamaha Osmanlı'nın 600 sene ayakta kalabilmesini sağladı. Osmanlı'nın tâbi olduğu İslam hukukunda aslolan "eşitlik"ti. Gayr-i müslimlerin bazı konulardaki kendi kanunlarının uygulanmasını isteme hakkı dışında, İslâm ülkesinde tek kanun geçerliydi. "Yemin ederim ki, kızım Fâtıma hırsızlık etse, ona da cezasını uygularım" Hadis-i Şerifi bunu ifade ediyordu. Peygamber Efendimizin Necranlılara gönderdiği bir mektup ise şöyleydi: "Ne olursa olsun, az olsun çok olsun, ellerinde ne bulunduruyorlarsa kiliseleri ve manastırları kendilerine aittir. Allah'ın ve Resulünün zimmeti onlar üzerinedir. Hiç bir piskopos, piskoposluk vazifesini gördüğü yerden, hiç bir rahip kendi manastırından ve hiç bir papaz kendi kilisesinden alınıp bir başka yere gönderilmeyecektir. Onların ne hak ve hukuku ve ne de onların alışageldikleri hiç bir şey bir değişikliğe tabi tutulacaktır. Onlar samimiyetle hareket edip, üzerlerine düşen vazifeleri hakkıyla ifa ettikleri müddetçe, Allah'ın ve Resulünün zimmeti bunlar üzerine olacaktır. Onlar ne bir zulme uğrayacaklar ve ne de kendileri başkalarına zulmedeceklerdir". Bu anlayış Peygamber Efendimizden başlayıp İslam tarihi boyunca devam etti. Özellikle Osmanlı bu şiara sahip çıkmak için elinden geleni yaptı. Osmanlı devletinin herkese verdiği bu hürriyet karşısında Fransız Babinger şunları söylemişti: "Padişahın imparatorluğunda herkes kendi halinde bahtiyar olabilirdi. Mutlak bir dini hürriyet sürerdi ve şu veya bu inanca sahip olduğundan dolayı bir zorlukla karşılaşmazdı." Bu hassasiyet Batılı seyyahların da dikkatini çekmiş ve seyahatnâmelerinde yer bulmuştu. Brockelman Osmanlı hoşgörüsüne dair şöyle der: "Müslüman Türkler, fetihler esnasında isteselerdi Hıristiyanları tamamen yok edebilirlerdi. Fakat mensubu bulundukları din, buna müsaade etmez. Bu yüzden Fatih Sultan Mehmed, nasıl ki daha önceleri dedeleri kendi kilise teşkilatında serbest bırakmak suretiyle, Bulgarları rahatsız etmedilerse o da dini eski gelenekle tanınmış İslâmi devlet görüşüne de tamamıyla uygun olarak Ortodoks Rum ruhani sınıfının silsile-i meratibini bütün selahiyetleriyle tanıdı. Hatta o, Hıristiyanlar üzerindeki medeni hukuk alanında kaza hakkını tanımak suretiyle kilisenin nüfuzunu artırdı bile" Altın yıllar Osmanlı yönetimi dinî liderler önderliğinde kendi kendini yönetme sistemini Yahudilere ve Ermenilere, diğer Müslüman olmayan azınlıklara da tanımaları sonucu kiliseler ve onun başında bulunan dinî görevliler kendi cemaatlerinin her türlü eğitim, din ve hukuk işlemlerini kendi düzenledikleri yasalara göre yapıyordu. Verilen bu sınırsız hürriyet sayesinde diğer dinlerden bir çok insan Osmanlı hakimiyetine girmek istedi. Hıristiyanlığı kabul etmek istemeyen milyonlarca Yahudi Engizisyon mahkemelerinde yargılanarak ateşe atıldı. Bu yüzden 800 bin Yahudi göç için yollara döküldü. Bu Yahudilerin büyün bir kısmı 2. Bayezid zamanında Osmanlı'ya sığınarak canlarını kurtardı. Yahudilerin dışında Bulgarlar, Macarlar, Rumlar, Sırplar, Arnavutlar, Boşnaklar ve daha birçok millet din ve kültürlerini uzun yıllar rahatça yaşadı. Sultan 2. Mahmud, "Teb'amda Müslümanları camide, Hıristiyanları kilisede, Musevileri havrada görmek isterim" diyerek herkesin kendi ibadetlerini serbestçe yapabilmesinin teminatını vermişti. Avrupa'nın zulmü Osmanlı devleti yabancılara bu kadar hak vermişken medeniyetin, insan hak ve hürriyetlerinin beşiği olarak gösterilen Avrupa'da ise yapılanlar baskı ve katliamlardan öteye gidemedi. 1096'da Avrupa'da Almanya'dan Orta Doğu istikametinde yola çıkan Haçlı sürüleri ilkin Alman şehirlerindeki Yahudi dükkanlarını yağmaladı, havralara sığınan Yahudileri oralardan çıkartıp öldürdü. Hitler zamanında Almanya'da Yahudilerin maruz kaldıkları muameleler hâlâ hafızalardan silinmedi. Amerika'yı keşfeden İspanyollar ve onları takiben yeni kıtaya yerleşenler Kızılderilileri neredeyse yok etti. Balkanlar'da da uzun yıllar Osmanlı idaresinde kendi kültürlerini geliştiren milletlerin de bağımsızlıklarını kazandıktan sonra Türklere yaptıkları katliam, sürgün, yağma, isim değiştirme, toplulukları eritme siyasetinde hatıraları yurdumuzdaki Bakanlar'dan gelen soydaşlarımızın belleklerinde yaşıyor. Birkaç sene önce Bosna-Hersek'te Sırpların ve Hırvatların Müslüman Boşnaklara yaptıkları muameleler de unutulmuş değil. Ve her geçen gün Osmanlı'nın mükemmel sistemi daha iyi anlaşılıyor. Paşaların sofrası böyle olur Verdiği iftar ziyafetleriyle tanınan Mehmed Paşa'nın, Çubuklu'daki yalısında tertiplediği iftar sofraları bahçede hazırlanır, ziyafetten sonra yine bahçede namazlar kılınırdı. Ağaçlar donatılırdı, rengârenk fenerler ortalığı nurlandırırdı. Hatta ağaçlar arasında mahyacıklar kurulurdu. Güzel dualar ve güzel beyitler yazılırdı. Mehmet Paşa, asla kasvet veren bir zat değildi; gayet güler yüzlü ve iltifatlarını esirgemeyen bir zat olduğu için misafirler hiç sıkılmazlar, neşe içinde evlerine dönerlerdi. Rıhtımda sandallar, kayıklar bekletilir, kimse yaya bırakılmazdı. Oğulları Kazım ve Nâzım beylerin de ayrıca sofra ve misafirleri; haremde hanımefendilerinin davetlileri ve hanegilleri vardı. Paşanın sofrası yirmi dört kişilikti. Beyefendilerin sofrası on ikişer kişilikti. Yine on ikişer kişilik dört beş sofra daha vardı; aşağı yukarı hepsi dolardı. Haremde de benzerleri yapılıyordu. Koca yalı misafirlerle dolup taşıyordu. Paşanın ailesi esasen güler yüzlü, tatlı sözlü, temiz vicdanlı olmakla mahcup ve muhterem oldukları için belki nezaketlerinin zahmetini çekiyorlardı. Fakat herkesin gönlünü de almasını biliyorlardı. Sofrada sakız gibi keten örtüleri ve peçeteleri; gümüş şamdanlardaki billur fanusların çeşitli renkleri, ayaklı antika yemiş tabaklarının ve sofra takımlarının letâfeti; sofracıların tertip ve nezaketi, hele yemeklerin nefâseti hakikaten keyif verici idi. Teravihe hazırlık Büyük halılar, uzun namaz seccadeleri bahçenin bir tarafını kaplardı. Bir tarafı da kafesli paravanlarla ayrılarak kadınlara tahsis olunurdu. Teravih namazı burada ilahilerle kılınırdı. Müezzinler kalem efendilerinden, bilhassa güzel seslilerden seçilir, imamlar Kur'an-ı Kerim okumakta en çok muvaffak olanlardan alınırdı. Ezanda bahçede okunurdu. Misafirlerin abdest tazelemeleri için gümüş leğenlerle ibrikler hazır bulunurdu. Mehmed Paşa dindar ve dine saygılı bir kimseydi. Laubaliliği ne kendisi, ne de başkaları için kabul ederdi. Oruç tutmayanlara, namaz kılmayanlara adeta kızar, sinirlenirdi. Mehmed Paşa'nın sahilhanesi bahçesinde kılınan teravih namazlarında; Çubuklu ve Beykoz'da oturanlarda katıldıklarından iki veya üç yüz kişinin bulunduğu olurdu. Namazdan sonra misafirler şerbetler ve kahvelerle istedikleri gibi istirahat ederler, bazıları giderler, bir kısmı da padişahı beklerdi. Mehmed Paşa'nın kendini bir kat daha sevdiren tarafı zekâ ve ferasetinin kabalıklardan uzakta parlaması ve o türlü incelikleri aramasıydı. Gururdan korkan padişah Büyük Türk Padişahı Yavuz Sultan Selim, sert bir hükümdar olmakla beraber, dindarlığı, Allahü teâlâya ve Resulüne bağlılığı, bu konuda iddialı olan bir çoklarını geride bırakırdı. Suriye ve Mısır'ı fethedip Kölemenler devletini yıktıktan sonra mukaddes emânetler ve "Müslümanların halifesi" ünvanı kendine geçmişti. Artık camilerde hutbeler Yavuz Sultan Selim adına okunuyor ve kendisinden "Hakimü'l-Harameyn" (Mekke ve Medine'nin hakimi) diye bahsediliyordu. O bu "Hâkimü'l-Harameyn" ifadesini kutsal yerlere saygıyla bağdaşmaz bulmuş, "Hâdimü'l-Harameyn" (Mekke ve Medine'nin hizmetkârı) olarak değiştirmişti. Dince kudsiyeti olan şeylere bu kadar saygılı olan Yavuz Sultan Selim, "şir-pençe" denen ve o devirler için öldürücü olan bir hastalığa yakalanmıştı. Bu hastalık kendisini iyice yatağa düşürdüğü bir sırada Yavuz'un sohbet dostu Hasan Can artık yapılabilecek fazla bir şeyin kalmadığını anlatmak için, "Efendimiz artık Allahü teâlâ ile beraber olmanın zamanıdır" deyince, koca hükümdar kendisini, "Sen bizi şimdiye kadar kiminle sanırdın hey Hasan Can?" diye paylamıştı. İşte bu büyük hükümdar, iki yıl süren, önemli savaşlara sahne olan, büyük zafer ve kazançlar elde edilen Suriye ve Mısır seferinden dönüşte ikindi vakti bu günkü Üsküdar'a gelmişti. Bütün beylere paşalara emir verdi ki gece oluncaya kadar Üsküdar'da kalınacak, karşıya karanlık basınca geçilecekti. Bazı yetkililer gündüzden geçilmesini daha uygun bulduklarını, geceyi beklemenin niçin gerekli görüldüğünü sormak cesaretinde bulundular. Padişah da açıklama büyüklüğü gösterdi: "Bütün dünyada yankı uyandıran büyük bir zafer, şan ve şerefle dönüyoruz. Gündüzün istanbul'a geçtiğimiz takdirde halk büyük bir karşılama yapacak, tezahüratta bulunacaktır. Bu da nefsime bir gurur getirebilir. Bundan Allah'a sığınırım, buna meydan vermemek için payitahta gece geçeceğiz" Müslüman ilim öncüleri İslâm alemi her konuda olduğu gibi ilim alanında da çok ilerlemişti. Kültürel ve ilmi hayatına yeni bir dinamizm ve zenginlik katan Müslüman ilim adamları, bir çok ilke de imza atmıştı. İşte bu bilim adamlarından bir kaç örnek: Sibernetiğin kurucusu: Cezeri İlk teyyare yapıp uçuran: İbn-i Firnas Hayvanlarla konuşma sanatını bulan: Câhız İlk otomatik aletleri imal edip çalıştıran: Cezeri Makine konstriksiyon üzerine ilk eser: Kitab-ül Hiyel (Beni Mûsa kardeşler) Yerçekimi kanununu ilk açıklayan: Bîrûnî İlk bitki koleksiyoncusu ve ilk defa zararlı otları tetkik eden: İbn-i Baytar İlk defa atomun bölünebileceğini söyleyen: Cabir bin Hayyân Nitrik asidi ilk bulan: Cabir bin Hayyân İlk defa amonyak yapan: Câhız İlk yoğunluk ölçme aleti yapan: Bîrûnî Kimyayı ilk defa tecrübi ilim haline getiren: Ebû Bekr Râzî İlk usturlabı keşfeden: Muhammed el Fezâri Ekliptik meyli ilk tespit eden: Fergânî Astranomide ilk sarkaçı kullanan: İbn-i Yûnus Rasathane çarklarını düşünen ve yapan: Bîrûnî İlk hastahane yapan: Velid bin Abdülmelik (Şam şehrinde) İlk anestezi yapan: Sabit bin Kurre İlk defa küçük kan dolaşımından bahseden: İbn-i Nefis Kılcal damarlar sistemini keşfeden: Ali bin Abbâs Ahvazî İlk katarakt ameliyatı yapan: Ammar el Mavsilî İlk göz hastalıkları kitabı: Ali bin İsa Karın kanserleri hakkında ilk kitap yazan: Ali bin Abbâs Ahvazî Hayvan barsağından ameliyat ipliği yapan: Ebû Bekr Râzî Tedavide merhem kullanımı kullanan: Ebû Bekr Râzî Binom formulü ve aritmetik üçgen kullanan: Ömer Hayyam Ben de ziftlendim be paşam! Sait Halim Paşa rahmetli kâhyasını çağırıyor: " Kahya al şu 50 altını da şu sandalın altını bir ziftlet" diyor. Kahya parayı alıyor, temenna ile çekiliyor. Aradan bir süre geçiyor, paranın üstünden bir haber gelmeyince paşa kahyayı çağırtıyor. - N'oldu kahya, sandalı ziftlettin mi? - Ziftlettim paşa hazretleri - Ne kadar tuttu peki? - 35 altın tuttu paşa hazretleri - Ben sana sandalı ziftlemen için 50 altın verdiydim, üstü n'oldu? - Üstüyle de ben ziftlendim paşa hazretleri