İtalyan seyyah Edmondo de Amicis, İstanbul'da bulunduğu süre içinde hemen her evde, kırık dökük de olsa, çiçeklerle bezenmiş üç beş saksının pencere kenarlarından eksik olmadığını fark eder. Bu tutkunun sadece pencere önlerine, balkon köşelerinden daha öteye gittiğini anlayan Amicis, bu sevginin; ev, bahçe, sokak, semt, mani, türkü, şarkılara ve çok çeşitli sanat eserlerine yansıdığını görür. Evet Türkler çiçekleri gerçekten de çok sever. Her biri bir diğerinden daha güzeldir ama içlerinden ikisi vardır ki onların yeri pek ayrıdır. Bunlardan biri gül ki ona hep, Hazret-i Muhammed'in bir remzî, en sevdiği çiçek, terinin kokusu olduğu inancıyla ilâhi güzellik ve ihtişamı en güzel şekilde yansıtan çiçek olarak bakılır. Bir diğeri ise adını bir döneme verebilen lâle olmuştur. Arapça yazılışı; Allah'ın büyüklük, ululuk, azamet ve saygınlık anlamlarını içeren sıfatlarının hepsini kapsayan celâl isminin harflerine benzemesinden, yâni Allah kelimesindeki elif ve lâm harflerinin lâle kelimesinde bulunması, her ikisinin ebced hesabıyla 66 sayısını vermesi, yine lâledeki Arapça 3 harf lamelif, lâm ve he ile Osmanlı Devleti'nin amblemi olan hilâl ay kelimesinin yazılması onun bu denli sevilmesine vesile olur. Süs bitkileri, dünyada pek çok ülkenin millî sembolüdür; zambak; eski Fransa, deve dikeni; İngiltere Ana Britanica Ansiklopedisi'nin üzerindeki yabani çiçek, çınar yapraklı akçaağaç; Kanada, sedir ağacı; Lübnan bayraklarını süsler. Hiç kuşkusuz bizim sembolümüz de lâle olmuştur. Lâle, hiçbir çiçekte olmadığı kadar insanları etkisi altına almış, neredeyse kendisinden de renkli bir öykünün baş kahramanı olmuştur. Peki insanları hastalık derecesinde kendisine tutkun eden lâlenin merak uyandıran renkli öyküsü nasıl başlar, nasıl gelişir ve nasıl sonlanır? Asıl yurdu Orta Asya olan lâlelerin güzelliğini Romalı ve Bizanslılar fark edemez. Bu çiçeğin şaşkınlık veren serüveni Osmanlılarla başlar, "tulipmania" diye adlandırılan lâle hastalığı 16. yüzyılda İstanbul'da yayılıp, oradan da Avrupa'ya kadar sıçrar. Tabii ki bunda Kanuni Sultan Süleyman'ın büyük payı vardır. Muhteşem Süleyman döneminde küçük ve kısa boylu, yaprakları çok da muntazam olmayan yabani lâle türlerinden seçme ve melezleşme yoluyla, çiçeği badem biçiminde, yaprakları hançer şeklinde, uçları tığ gibi ince ve sivri, İstanbul'a özgü lâle çeşitleri yetiştirilir, bilmeden de olsa 'lâle çılgınlığı' böylece başlar. 2 bin çeşit lale Yapılan çalışmalarda ardı ardına yeni lâle çeşitleri çıkar, bunlara da görüntülerinin güzelliğine yakışır, pırıltılı adlar takılır. Kimileri lâleye "gönül yakan" adını vermeyi uygun görür, kimisi şans getireceğine inanarak "talih yıldızı" der, bazıları da hissettiklerine tercüman olması için, "sevinç ışığı" adını takar çiçeğine... 16. yüzyılda sadece İstanbul'da, birbirinden güzel 2 bine yakın lâle çeşidi yetiştirilir. Lâle sadece yetiştirilmekle kalmaz, mimariden edebiyata, çiniden kumaşa kadar birçok ürün de lâle desenleriyle bezenir. Lâle bahçeleri anlamına gelen "Lâlezarlar", saray ve konakların en itinalı ve en gözde yerleri olurken, lâle için yazılan şiir ve nesirler "Lâlename" denilen risalelerde toplanır. Bir lale bin servet O dönemler şehirde 239 çeşit lâle türü yetiştirilir. İnsanlar, yeni doğmuş bebeklerin kulağına lâle isimleri fısıldayıp, güzel olsunlar diye: Şua-ı Yakut (kırmızı), Nur-ı Sefid (beyaz), Ruy-ı Mahbub (ela), Subh-ı Bahar (beyaz), Goncaperver, Navek-i Gülşen derlermiş... Lâle soğanları cariyelerle takas edilecek kadar değer kazanmış. Lâle fiyatları öyle artır ki, bir dönem Sultan III. Ahmet, makul fiyatlar konulmasını emretmek zorunda kalır. Bu dönemde sırf lâle tür ve çeşitleri ile uğraşması, yeni çeşitlerin elde edilmesini sağlaması ve mevcut olanların adlandırılması için, Encümen-i Daniş adında bir araştırma meclisi kurulur. Lâle-i Duhteri adını verilen İran'dan getirilmiş lâle çeşitlerinin bir tek soğanı, 1000 altına alıcı bulur. 1600'lü yılların sonunda lâleye olan ilginin olağanüstü şekilde artması ve buna bazen, ünlü lâle soğanlarını elde etme isteği eklenince, bazı lâle soğanlarının fiyatları aşırı yükselmiştir. Bunu önlemek için 1725 yılında lâlelerin fiyatını tesbit eden bir liste narh defteri hazırlanır. 28 Haziran 1726 tarihli defterde 239 lâlenin ismi kayıtlıdır. En yüksek fiyat; 50 kuruş-7.5 Cumhuriyet altını ile Nîze-i Rummânî lâle mızrağı isimli lâle soğanıdır. Ağustos 1727 tarihli 2. listede 306 lâle ismi geçer, bu listede en yüksek fiyat yine, lâle mızrağı 200 kuruş ile birinci, sahip kıran 150 kuruş, gülriz 100 kuruş ile ikinci ve üçüncü sıraları paylaşır. Avrupa yolculuğu Bu efsane çiçek sadece Osmanlı'da durmaz Avrupa'ya da yayılır. Lâlenin Avrupa'da ilk yolculuğu Viyana'ya olur, oradan Hollanda'ya, ardından da Kanada'nın başkenti Ottowa'ya kadar sürer. Hollanda'da seçkin bir lâle, Amsterdam'da lüks bir ev satın alabilecek paralarla el değiştirecek konuma gelir. Bu tutku Fransa'ya da çok geçmeden bulaşır. Tüccarlar arasında ticarete dönüşen lâle, 1634-1637 yılları arasında adına "Lâle çılgınlığı" veya "Lâlemania" denilen ticareti de kapsayan dönemde de en üst noktasına ulaşır. Lâle borsası 1637'de çöktüğünde bir gecede eski zenginlerden yeni fakirler oluşmuştur. Bir laleye sahip çıkamadık Bir döneme adını veren o güzelim İstanbul lâleleri, 18. yüzyıla doğru yok olmuştur. Sonrasında mı? Hollanda'dan ithal edilip de ekilen lâle soğanları kısırlaştırıldığından sadece bir defa çiçek vermeye başlar. Bu da çok pahalıya geldiğinden artık kent süslemesinde lâle kullanımından vazgeçilir. Lâle olmadığı için de, bir zamanlar lâleleriyle ünlü olan İstanbul'da şenlikler bile yapılmaz olur. 1800'lü yıllardan beri lâle avcıları bu çiçeğin doğal olarak en yoğun bulunduğu Orta Asya'ya gelir, birbirinden değişik yabani lâlelerin soğanlarını da ülkelerine götürür. Lâle avcıları bugün bile iş başındadır. Ve önceden olduğu gibi hâlâ lâle soğanları Anadolu'dan Avrupa'ya gider. Avcılar önce yabani lâleleri keşfeder, sonra da çektikleri fotoğrafları köylülere dağıtıp, istedikleri lâle soğanlarının toplanmasını sağlarlar. İstanbul'da artık lâle zor bulunur hale gelir. Hem de lâle festivalleri, Japonya'dan Kanada'ya kadar yayılmışken... İşte, Osmanlı'nın çok sevip de dünyaya tanıttığı lâleler Türkiye'de yok olurken Hollanda, bizim yıllık dış ticaret gelirimizin neredeyse tamamını sadece çiçeklerden elde eder. Salçalı insan omleti Bir ramazan günü iki arkadaş iftara geciktik. Vapurun da kaçtığını anlayınca oracıkta bir aşçı dükkanına girdik. Ya Karamanlı, ya Kayserili, posbıyıklı bir aşçı donuk tavırla karşıladı. - Bize iki çorba! dedik getirdi. Başka ne var deyince: - Beyler zaten üç tencere yapıyorum. Malum ramazan! Biri boşaldı. Çorba ile biraz taskebabım kaldı. İsterseniz size yağda yumurta da yaparım diyerek, tel örgü içinde aslılı yirmi-otuz kadar yumurtayı gösterdi. - İyi ki: "Sen bize taskebabını sakla, yumurta istemez" demişiz! Besmele, kaşık çorbaya daldık. Sıcakmış, soğusun diye bekledik. Yine de başladık. Bir kaşık, bir kaşık daha... Derken içeriye körkandil cinsinden gayrimüslim olduğunu sandığım iki iç sarhoş düştü. Biri nispeten ayık gibiydi. Ötekilerin tercümanlığını üzerine almış ki, Türkçe sordu: - Yemek var? - Yoh! Cam gibi parlayan gözlerini aşçının gözlerine dikti, bağırarak: - Neden yok? Zayıf bir sesle: - Bitti! Aşçı dik bakışlar karşısında aşikâr bir korkulu hal almıştı. Gözleri süzük süzük oluyor, dudakları oynuyor, kendisince iyi bir sonuca varmayacak düşüncesi, lambaların sarı ışıkları arasında bile fark ediliyordu. Meğer hakkı varmış... - Neden yok? Cümlesini ani bir hareket takip etti. Bunlardan biri yumurta tel örgüsünü bir hamle ile indirdi. Üçünün eli örgünün içine girmeye, tutup tutup yumurtaları başına indirmeye başladı. Her çat!. pat!. Hızla çalkalanmış yumurta içini, aşçının kafasından aşağıya akıtıyordu. Zavallıcık öyle duruyor, hatta saklanamıyordu bile. Biz de siper alma telaşına düşmüştük... Çünkü bu sarışın zifoslar kolay kolay çıkmaz. Bir iki dakika içinde yumurtaların hepsi kırılmış, aşçının, yüzü gözü, üstü başı yumurta sarısına belenmişti. Gene o çat pat Türkçe bileni sordu: - Yemek var? Bu defa aşçı inkâra mecâl bulamadı. Bizim için saklamış olduğu taskebabı tenceresini alelacele gösterdi: - Var! Bu defa da sen misin var diyen? İçlerinden biri tencereyi kapınca, biçarenin başından aşağı geçirmesin mi?.. Etler, yağlar, salçalar, zırıl zırıl akıyordu. Bizi heyecanlı bir merak almıştı. Acaba aşçıdan sonra nöbet bize mi gelecek? diye bekliyorduk. Bir taraftan da biçarenin mülevves haline gülmemezlik edemiyorduk. Arkadaşım hem kıs kıs gülüyor, hem de: - Öteki tencerenin bitmiş olması isabet... Üste bir pilakilik katmer daha yaparlardı!. diyordu. Aşçıda vaziyet büsbütün değişmişti. Başında, omuzlarında kuşbaşı etler, pıhtı pıhtı yağlar yatar, fesinin kenarından, burnunun ucundan, çenesinden suyu yeni kesilmiş havuz fıskiyeleri gibi kebabın salçaları damlar... Bir gözü açık, diğerine durmadan yumurta darbeleri arasında veyahut o baştan inme esnasında bir şey kaçmış olmalı ki, kapalı... Elhasıl bir surat ki renk renk... O nispette gülünç... Mâ'haza gülünç olmakla beraber acıklı... Bu da bittikten sonra tercüman bir daha sordu: - Yemek var? Aşçı, sağır, dilsiz ve hareketsiz... Put gibi duruyordu. Yüzüne baktılar, baktılar... Güldüler... Söylendiler... Yıkılıp gittiler... Son perde daha komik oldu. Onlar gider gitmez aşçı, bize dönüp, ne söylese beğenirsiniz?.. O sıvanmış yüzünü büzdü, gözlerini süzdü, süzdü, iki elini oynata oynata: - Biliyorum siz de bunlara bir şey yapamazdınız... Fakat birer küfür olsun etmez misiniz? Demez mi?.. Ahmet Rasim - 1920 Oruç kanserin düşmanıdır Kanser üzerinde yapılan bir araştırmada oruçlu kimselerin adrenalin ve kortizon hormonlarının kana daha kolaylıkla karıştığı gözlenmiştir. Bu hormonlar tesirlerini kanserli hormonlar üzerinde de göstermektedir. Böylece adı geçen hormonlar kansere karşı bir çeşit kalkan rolü oynamakta, yani kanser hücrelerinin çoğalmasını önlemektedir. Oruç tutan bünye adeta bakıma girmekte, iç organları saran yağlar erimekte, vücudun zindeliği artmakta, direnme gücü kazanarak mide, böbrek, şeker, kalp ve karaciğer hastalıklarına karşı mukavemet etmektedir. Oruçlu iken gündüzleri kolesterol seviyesi düşer. Damar cidarında biriken eski kolesterol artıkları de yavaş yavaş sertliklerini yitirir. Böylece günümüzün ani hastalığı olan kalp krizleri ve felçler orucun tesiriyle adeta yok olur. Kalp üzerinde ani ve kötü tesiri olan üç sebep vardır: Damar sertliği, sinir yorgunluğu, midenin devamlı tazyiki. Bu üç tesir de oruçtan dolayı kati istirahat halindedir. Bu akşam Hindistan'da Hazret-i Süleyman'ın sarayına kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere, hayati bir mesele için Hazret-i Süleyman'la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hazret-i Süleyman, benzi sararmış, korkudan titreyen adama sorar: - Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana... Adam telaş içinde: - Bu sabah karşıma Azrail aleyhisselâm çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı... - Peki ne yapmamı istiyorsun?" Adam yalvarır: - Ey canlar koruyucusu, mazlumlar sığınağı Süleyman! Kurt, kuş, dağ, taş senin emrinde. Rüzgârına emret de beni buradan ta Hindistan'a iletsin. O zaman Azrail aleyhisselâm belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden! Hazret-i Süleyman, adamın haline acır. Rüzgârı çağırır ve: - Bu adamı hemen al. Hindistan'a bırak! emrini verir. Rüzgâr bu... Bir eser, bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan'da uzak bir adaya götürür. Öğleye doğru Hazret-i Süleyman, divanı toplayarak gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün, Azrail aleyhisselâm da topluluğun içine karışmış, divanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır: - Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun?" der. Azrail aleyhisselâm cevap verir: - Ey dünyanın ulu sultanı! Ben, o adama öfkeyle, hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü Allahü teâlâ bana emretmişti ki: - "Haydi git, bu akşam o adamın canını Hindistan'da al!" Ben de bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan'da olamaz. Bu nasıl iştir, diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi. Biz içinde iken... Kazasker Keçecizade İzzet Molla, iftar için bir konağa davetliydi. Yemekler yenilip, kahveler içildikten sonra namaza başlandı. İmam namazı çok hızlı kıldırıyordu. İzzet Molla biraz da şişman olduğu için çok zor yetişiyordu. İmam secdeye gittiğinde o ancak rükûda oluyordu. İşte böyle zor şartlar altında, teravihi tamamlamaya çalışırken, namaz kılınan odanın kapısı açıldı. Yeni gelen biri namaza başlanıldığını görünce telaşla yanındakine sorar: - Acaba çok mu geç kaldık, yetişebilecek miyiz? Tam bu sırada teravih arası imam selam verince İzzet Molla, cemaatin ve imam efendinin duyacağı tonda bir sesle yeni gelene seslenir: - Be adam, biz namazın içinde yetiştiremiyoruz. Sen namazın dışında olduğun halde acaba yetişebilir miyim, diyorsun. Hiç zannetmem, mümkün değil, imam efendi bu hızla kıldırdığı müddetçe...