Hıristiyanların çoğu, Türkleri uğursuz, barbar ve imansız insanlar sanırlar. Halbuki Türkleri yakından tanıyanların edindikleri intiba tamamen farklıdır. Zira Türkler, "Başkasına, ancak bize yapılmasını istediğimiz şeyi yapmak" kaidesine uygun hareket eden son derece iyi insanlardır. Türkler, Hıristiyan olsun, Yahudi olsun herkese aynı şekilde saygı gösterirler. Bir Türk kadar Hıristiyan'ın da malının çalınması ve aldatılmasının mubah sayılmayacağına kanidirler. Bununla birlikte, Frenklere neden bu kadar sû-i muamele yapıldığı sorulabilir. Bunları, şarktaki Frenkler arasında hüküm süren kötü bir kıskançlık yüzünden birbirleriyle çatışan Hıristiyanlarla Yahudilerin yaptırdığına şüphe yoktur. Türkler, çok dindar ve merhametlidirler. Dinleri uğruna çok gayret sarfetmekte, onu bütün dünyaya yaymaya çalışmakta ve bir Hıristiyanı beğenip sevdikleri zaman ondan Müslüman olmasını rica etmektedirler. Büyük saygı besledikleri padişahlarına son derece sadır ve itaatkârdırlar. Padişahlarına ihânet edip Hıristiyanların tarafına geçen bir Türk'e rastlamaya imkân yoktur. Türkler birbirleriyle pek münâkaşa etmezler. Şehirde, askerler de dahil, kimse silâh taşımaz. Pek az kavga ederler, düello nedir bilmezler. Bu Hazret-i Muhammed'in kavganın iki büyük kaynağı olan şarap ve kumarı yasaklamasının neticesidir. Gerçekten halis Türkler şarap içmezler; içenleri de afyon içenlerle bir tutarlar. Asla hile yapılmaz Türkiye'de her şey bol ve ucuzdur. Yeşil nohut veya başka meyveler, bizim memleketimizde olduğu gibi altın pahasına satılmaz. Bir Türk'e pahalı mal satmak isteyen biri çıksa ya orada dövülür yahut adaletin huzuruna çıkarılarak, değnek cezasına mahkum edildikten başka tazminat da ödetilir. Bu sebepten mal satanların tartılarını kontrol eden memurlar, her gün satıcıları kontrol ederler. Eğer terazisi hileli olan veya pahalı satan bir satıcıya tesadüf ederlerse derhal değnek cezasını infaz ederler ve ayrıca tazminata da mahkum ederler. Öyle ki, satıcılar bu cezalardan korkarak, umumiyetle tartılan malı üzerine bir miktar daha ilâve ederler. Böylece pazara ne almak istediğini söyleyebilecek küçük bir çocuğu da göndermek mümkündür. Zira o çocuğa yolda rastlayacak zabıta memurları, malı kontrol edip, eksik buldukları takdirde, satıcısını derhal cezalandıracakları için, kimse çocukları aldatmaya cesaret edemez. Bir sefer, libresi 5 akçeden kâr satan bir adamın, tartısının yanlışlığı yüzünden dövüldüğüne şahid oldum. Bir çocuğa soğan satan bir başkasına da, çocuğa yolda rastlayıp noksanını tespit eden zabıta memurlarının 30 değnek vurduklarını gördüm. Dünyanın en medeni halkı Bütün Türkler bir fikir üzerinde teemmüle dalmış filozoflara benzerler. Göz ve ağızlarından kesif bir iç hayatın ifadesi okunur. Hepsinin hareketlerinde aynı ciddiyet, konuşma, bakış ve mimiklerde aynı itidal mevcuttur. İnsan, küçük bir bakkaldan paşaya kadar bütün Türklerin aynı okuldan yetişmiş, aynı asalet mertebesine sahip büyük senyörler olduklarını zanneder. O kadar ki, İstanbul'da halk tabakasının bulunduğunun farkına bile varmaz. Görünüşe göre hükmetmek icap ederse, denebilir ki, İstanbul halkı yeryüzünün en medeni ve en dürüst halkıdır. İstanbul'un hiçbir semtinde, hatta en kuytu köşesinde bile bir yabancıya tecavüz edildiği vaki değildir. Camileri ziyaret etmek, hatta bunu ibâdet saatlerinde yapmak bir Türk'ün bizim kiliselere yapabileceği ziyaretlerden çok daha emin şartlar içinde mümkündür. Kalabalık içinde saygısız bir nazarla karşılaşmak şöyle dursun, mütecessiz ve yadırgayan bakışlara hiçbir zaman rastlanmaz. İstanbul'da sokak kavgalarına, maksatsız dolaşan serserilere, dedikoducu kadınlara, herhangi bir fuhuş belirtisine, hâsılı yüz kızartıcı hiçbir harekete rastlamak mümkün değildir. Çarşıda da, camilerdekine benzer bir sükûnet hüküm sürmektedir. Heryerde sükut hakimdir Her tarafta mümkün olduğu kadar az konuşulmakta ve sakin hareket edilmektedir. Şarkı söylemek, gürültülü kahkahalar ve avamî çığlıklar atmak, lüzumsuz izdihamlara yol açmak gibi şeylere hiç rastlanmaz. Bütün yüzler, eller ve ayaklar temizdir. Yırtık elbiselere nadiren rastlanır. Ama kirli olanlara hemen hiç rastlanmaz. Hiçbir tarafta, haylaz ve dilenci güruhuna tesadüf edilmez. Her tarafta, çeşitli sosyal sınıfların birbirlerine karşılıklı saygı duydukları müşahede edilir. (M. de Thevenot'un 1665 yılında Paris'te yayınlanan "Relation d'un Voyage Fait au Levant" adlı eserinden.) Eyüp Sultan'ı ziyaret Babam, yılda birkaç kere, beni Hazret-i Halid'i ziyaret etmek üzere Eyüp Sultan'a götürürdü. Doğduğum zaman beni o büyük zatın maneviyatına bağlamışlar, ismimi de Halid koymuşlar. Her ziyaretimizde hacet penceresinden dua eder, fukaraya sadaka dağıtırdık. Türbenin içine girdiğim zaman, kalbime tatlı bir huzur gelirdi. Arkadaki demir çubuklu pencereden giren öğle güneşi, nakışlı duvardaki dini levhalar üzerinde parıltılar yapar, cami avlusundaki güvercinlerin kanat çırpmaları türbenin açık duran kapısından hafif de olsa duyulurdu. Sonra, o tarihte henüz okumasını bilmediğimden, merkadin üzerindeki güzel dini yazıları ile gözüme pek hoş görünen o işlemeli örtüye dalar giderdim. Orta yaşta, yuvarlak sakallı bir türbedar efendi, sandukanın önünde duadan sonra, beni halının üzerinde diz çöktürüp birkaç defa kocaman beş yüzlük bir tesbihten geçirirdi. Şu an da kendimi, o çocukluğumda, Eyüp Sultan Camii'nin avlusunda görür gibiyim. Şadırvanda abdest tazeleyenlerin etrafında, namaz saatini bekleyerek toplanmış olan ne muhteşem bir kalabalık vardı. Zengin, orta halli, fakir, herkes birbirine halka olmuş gibi idi. Kadınlar hacet penceresinde dua etmek için sıra beklerler, kurban kestiren erkekler de zenbiller içinde getirdikleri etleri cami dışında fukaraya dağıtırlardı. Biz çocuklar da, leylekleri hayran hayran seyreder, güvercinlere avuç avuç yem atardık. Ya şimdi? Yine aynı kandil günü camiyi ve türbeyi ziyarete gitmiştim. Avlu, ramazanlarda, cuma günlerinde olduğu gibi öyle kalabalıktı ki, iğne atsan yere düşmeyecek. Yine şadırvandan akan sular, yine güvercinler, yine leylekler ve koşuşan çocuklar. Bu gelenek devamda, yalnız bir farkla: Caminin karşısında sayısız lüks otomobiller sıralanmıştı. Sosyetenin zenginleri, bu ziyarette bile daha mütevazı, daha gösterişsiz bir şekilde, bir taksi ile gelememişlerdi. Yoldan gelip geçenler bu kuyruklu, pırıl pırıl ve mağrur şoförlü arabalara hayretle bakmakta idiler. Annem, babam, teyzem, kardeşim Maide, yengem, büyük annelerim ve dedem, hepsi Eyüp Sultan Camisi ve türbesinin yukarısındaki tepede, bir asırlık mezarlıkta yatıyorlar. Her ziyaretimde Hazret-i Halid'in türbesi üstünden uçan kuşların bu aile mezarlığı üstünden de geçtiklerini düşündüm. Demek ki, bir çok mezarlıktaki gibi, ziyaretçileri her gün bu kuşlar. Ahmet Haşim'in sevdiği leylekler. Onlar da ne kadar vefalı!... Halit Fahri Ozansoy - 1920 Depresyon ve sahur Yapılan bir araştırmada gece uykudan kaldırmanın depresyonda önemli bir tedavi şekli olduğunun farkına varılmış. Bu tedavi şekli bir süre devam etmiş ve ardından ilaçların ortaya çıkması üzerine bu tedavi yöntemine son verilmiş. İsviçre'nin Basel Üniversitesi'nin Uyku ve Kronobiyoloji Laboratuvarı'nda depresyondaki hastalar üzerinde yapılan çalışmalarda bu tedavi yöntemi tekrar gündeme gelmiş. Bu sefer ilaç tedavisiyle eş zamanlı yürütülen tedaviler sonrası ilaçların tek başına kullanımlarına göre etkilerinin daha fazla olduğu gözlenmiş. İkili tedaviye giden hastaların hastalıklarının tekrarlanmadığı da izlenmiş. Yapılan bilimsel çalışmalar ışığında depresyonda olan kişilerde sabaha karşı olan kortizol salınımı normal kişilere göre çok daha fazla olabildiği için bu kişiler sabaha yakın bir saatte ezan henüz okunmadan kaldırılacak olurlarsa kortizolün mizacı olumsuz yönde değiştiren, bazılarında psikolojiyi bozup intihara kadar götüren etkisinden kurtulabileceği gözlenmiş. Davetsiz misafire Bir kalem amirine maiyetinde bulunanlar: "Bizim şefe bu akşam habersiz iftara gidelim" diye karar vermişler. Topa beş dakika kala evine varmışlar. Adamcağız şaşırmış, buyurun demiş. Ama belli etmemiş. Doğru karısına koşmuş. "Hanım hal-i keyfiyet böyle" demiş. Hanım: - A efendim sen üzülme. Top patlayınca: Adetimiz böyledir, evvela namaz kılarız de. Birinci rekatta Yasin suresini oku. İkincisinde de Fetih suresini oku. Yalnız kapıyı aralık bırak pilavın yağını koyunca sesinden anlar, namazı bitirir, misafirleri buyur edersin, demiş. Filhakika evciment kadının dediği gibi yapılmış ve davetsiz misafirler yemeğe geldiklerinde kendilerini doyuracak yemeği görünce hayret etmişler. Yunus hürmetine Yunus Emre (1240-1320) Tapduk Emre'nin dergahında uzun süre zevk ve hevesle odun taşımış, ayak işleri yapmıştı. Ama Tapduk bir türlü arzuladığı gibi Yunus'u ele almıyor, erenlerin gönül deryasından bir katre sunmuyordu. Yunus bu konuda bir dilekte bulunsa "Sen hâlâ dünya kokuyorsun" deyip savuşturuyordu. Yunus "Herhalde benim nasibim burada değil, bir başka şeyhin kapısında" diyerek Tapduk'a dahi haber vermeden dergahı terk etti. Ama dergahtan uzaklaştıkça içini bir hüzün kapladı. Bu yolculuk sürerken bir akşam vakti yedi kişilik bir başka yolcu grubuna rastladı. İçini kaplayan hüzün ve hasrette belki bir hafifleme olur diye kendi de onlara katıldı. Yol arkadaşları ermiş kılıklı, yaşlıca insanlardı. Birlikte sürdürülen bu yolculuk sırasında bir an geldi ki hiçbirinin çıkınında (azık çantası) birşey kalmadı. Bir yerde mola verdiler, açlık canlarına tak etmişti. Bu yedi arkadaştan biri ellerini kaldırıp Yaradan'a niyazda bulundu. Bu dua ve yakarmanın akabinde önlerinde türlü yiyeceklerle donanmış bir sofra peydah oldu. Yediler içtiler Rablerine şükrettiler. Bundan sonra bu yedi yolcudan herbiri yolda acıktıkça dua etti ve yemekleri ilahi bir lütuf olarak ikram edildi. Sonunda dua sırası Yunus'a gelmişti. Yunus soğuk terler döküyordu. İşin içinde mahcup olmak vardı. Yol arkadaşlarının her biri Allah katında makbul kişilerdi ki duaları kabul görüyordu. Kendinin böyle bir imtiyazı yoktu. Ama duayı yapacaktı, çaresi yoktu. Bütün varlığı ve içtenliğiyle Allah'a yalvardı: "Ya Rabbi, şu yol arkadaşlarım sana kimin yüzü suyu hürmetine yalvarıyorlarsa ben de onun yüzü suyu hürmetine yalvarıyorum, beni mahcup etme..." Bu duanın arkasından öncekilerin iki katı yiyecek içecek lütfedildi. Şaşkınlık sırası yedi yolcudaydı. Sordular: - Ey arkadaş, sen kimin hürmetine dua ettin? Yunus, - Önce siz söyleyin dedi. Açıkladılar: - Biz Tapduk Emre'nin dergahında Yunus adında çok makbul ve muteber bir derviş varmış onun hürmetine Allah'a yakarmıştık. Yunus esas şimdi mahcup olmuştu. Yunus'un kendisi olduğunu açıklamaya utandı. Dergahına döndü ve şeyhine bu defa kendini kayıtsız şartsız teslim etti.