Nereden nereye? Sahneden secdeye!

A -
A +

Christine Brodbeck 18 yıl Londra'da bale ve modern dans eğitimi alan dünyaca ünlü bir dansçıydı. 25 yıl evvel İsviçre'de "Dans-Performans" isminde yeni bir hareketin de kurucusuydu. Kurduğu dans okulları, stil ve yenilikleriyle dans dünyasının öncü isimlerindendi. Onun manevi yöndeki arayışı, yıllar sonra meyvelerini verecek ve İslamiyet'le şereflenecekti. Christine iken Rabia olan ve batıldan soyunup Hakk'a dönen Rabia Christine Brodbeck, kendi derin özünü keşfetmiş, yeni bir hayata merhaba demişti. İslam'ın o güçlü evrensel cazibesi, onu bir uçtan kendisine çekmiş, ümmetin zengin ve bereketli dokusuna doğal bir katkı olarak ilave etmişti. Batı metropollerinde geçen göz alıcı sanat faaliyetlerine ve anayurdu olan İsviçre'ye tamamen sırt dönmüştü. Bir daha asla dönmeyi düşünmediği gibi, geçmişine de adeta sünger çekmişti. Onları dayanılmaz derecede sıkıcı ve boğucu buluyor, içinde mâneviyatın yaşamadığı mekânların tahammül edilemez olduğunu düşünüyordu. Hakikati arayış Brodbeck, çocukluk yıllarından itibaren hakikatin peşine düştüğünü ve gerçeği bulana kadar ruhsal sıkıntı ve huzursuzlukların peşini bırakmadığını kaydediyor. Ergenliğe ulaştıktan sonra hayatı sorgulama yoluna gittiği söyleyen Brodbeck, "Büyürken ve ergenlik sonrası kişiliğim gelişmeye başlarken, bale eğitimini tamamladığımda, dostlarım ve ailemde, işyerinde ve bar, restoran gibi toplanma yerlerinde büyük bir ağırlık ve darlık olduğunu keşfettim. Hayat yetersiz ve çok kuru geliyordu. Bugün anlıyorum ki eksik olan aşk, sevgi ve güzellikti, üstelik İsviçre gibi ekonomik, siyasal ve sosyal bakımdan mükemmel bir ülkedeydim. İşte bu duygular benim uzun süren arayışımın temel dürtüsü oldu. Bunun için içgüdüsel olarak Londra ve Paris'e gittim. Çünkü oralarda yeni bir şeyler öğrenebileceğim insanların olduğunu düşünüyordum." diyor. Uluslararası bir dansçı Brodbeck, öbür dünyaya ait realiteleri keşfetmek adına duyduğu açlığın peşinden bir on beş sene koştuğunu söylüyor. O dönemler Avrupa ve Amerika'da çok tanınan bir dansçı olduğunu kaydeden Brodbeck, dans dünyasının başkenti sayılan New York'a da bazı performans ve gösteriler yapmak amacıyla gitmiş. İslamiyet'le tanışma öyküsü ise New York'ta iki işsiz sinemacı arkadaşıyla kapısını açık buldukları bir mescide girmeleriyle başlamış. Tesadüfen girdikleri mescidin Türklere ait, sokak arasında bir yer olduğunu söyleyen Brodbeck yaşadıklarını ise şöyle anlatıyor: "Bu mescidde bizi büyük bir hürmet ve saygı ile karşıladılar, muazzam bir sıcaklık vardı, hava içerdiği zenginlikler yüzünden sanki ağırlaşmış gibiydi, bir köşede oturup onların ibadetlerini ve sohbetlerini dinleme fırsatı bulmuştuk, oradan ayrılmamı hiç unutmuyorum, yüzüm kıpkırmızı olmuştu, heyecandan yerimde duramıyordum, artık o aşk ateşi sarmıştı beni. Bu manevi karşılaşma yalnızca küçük bir karşılaşmaydı; tıpkı sonsuz aşk okyanusundan alınmış bir bardak gibi... İşte İsviçre, Avrupa ve New York arasında bir ya da iki yıllık seyahatlerden sonra İslamiyet'in kaynağını bulmak üzere Türkiye'ye gitmeliydim, cesaretimi toplayıp atladığım gibi İstanbul'a geldim" Türkiye'ye geliş 1987'de Türkiye'ye geldiği ilk günü tam bir kaos olarak niteleyen Brodbeck, ilk gece kaldığı o pis ve berbat otel odasını ve caddelerin karmaşasını hâlâ unutamıyor. O gece ilk uçakla geri dönmeyi bile düşündüğünü ifade eden Brodbeck'e göre yüksek hayat standartlarına ve mükemmel işleyen bir düzene sahip İsviçre'den sonra İstanbul'daki belirsiz, güvensiz ve kaotik hayat, kişinin kendisini hayat okulunda eğitmesi için verilmiş iyi bir fırsat. 5 yıl boyunca Türkiye'ye sıkça gidip gelen Brodbeck, Türkiye ile bağlarını hiç koparmamış, edindiği Müslüman dostlarıyla her fırsatta bir araya gelmiş ve günün birinde İslam'ı kabul etmiş. O kararı vermekle İslamiyet'in de tüm emirlerine 'evet' diyen Brodbeck, hemen o gün namaza başlamış, tesettüre girmiş ve eski hayatını da bir kalemde silmiş atmış. Müslüman bir ülkede yaşamaya karar vermesinin ardından 1992 yılında Türkiye'ye yerleşen Brodbeck, evlenip bir yıl sonra da çocuk sahibi olmuş. Anne olmayı mükemmel bir ruhsal deneyim olarak tanımlayan Brodbeck, "Anne olmak kişiye gerçek kulluğu öğretiyor. Eğer anneliğin bu değerini ve mutluluğunu daha önce bilseydim, çok daha fazla çocuk sahibi olmak isterdim. Ama ne yazık ki oğlum doğduğunda kırk yaşındaydım" diyor. "Pişman değilim" Brodbeck, İstanbul'u Mekke ve Medine'den sonra en kutsal şehir olarak tanımlıyor. Hava kirliliği, trafik karmaşası ve ekonomik sıkıntıların yerli halkı sıkıntı içine soktuğunu kaydeden Brodbeck, "Bütün bu olumsuzluklara rağmen bu şehrin ilâhi hazineleri keşfedilmeli, binlerce evliya türbesinden, sanatın zirvesindeki camilerden mânevî rahmet alınabilmeli. Bu rahmet ve lütuftan defalarca yararlandım, artık burasını anavatanım olarak görüyorum" diyor. Türkiye'ye yerleşme kararında bir gün dahi pişmanlık duymadığını kaydeden Brodbeck, İsviçre'deki materyalist hayat tarzından sıyrılmasının da tek yolunun bu olduğunu söylüyor ve ekliyor, "Bugüne kadar İslamiyet'in emrettiği hususlara iki elle sarılmaya çalıştım. Allahü teâlânın kudretinin, rahmetinin ve inâyetinin hududu yok. Hayat yolunda bizim taşıyabileceğimiz ve öteki dünyaya da götürebileceğimiz biricik servet, Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek ve O yüce kudret sahibine sevgi ile bağlanmak, hepsi bu..." diyor. Hadis-i Şerif Cennetteki güzel köşkler, sözü hoş, selamı çok, yemek yediren, oruca devam eden ve gece namazı kılan kimselere verilir. [İbni Nasr] Beyit ziyâfeti İkbaline, idbarına bel bağlama dehrin Bir dairede devredemez çember-i devran (Ziya Paşa) (Yükselmeğe alçalmağa bel bağlama öyle Durmaz feleğin dengesi istediğin yerde) Her güne bir dua Yemek duâsı Yemeğe başlarken besmele çekmek yani "Bismillahirrahmanirrahim" demek ve sonunda "Elhamdülillah" demek sünnettir. Hadis-i şeriflerde buyruldu ki: "Yemekten sonra, 'El-hamdülillahillezi etamena hazettaame ve rezekana min gayri havlin minna ve la kuvveh' duâsını okuyanın günahları affolur." Bir kimse, yiyip içtikten sonra, "El hamdülillahillezi atameni ve eşbeani ve sakani ve ervani" duâsını okursa, anasından doğduğu günkü gibi günahsız olur. Peygamber efendimiz yemekten sonra, "El-hamdü-lillahillezi etamena ve sakana ve cealena müslimin" duâsını okurdu. Yemeklerden sonra, yukarıdaki duâları da içine alan şu duâyı okumak daha uygundur: "El-hamdü-lillahillezî eşbeanâ ve ervânâ min-gayri-havlin minnâ ve lâ kuvveh. Allahümme at'imhüm kemâ at'amûnâ. Allahümmerzuknâ kalben takıyyen, mineşşirki beriyyen lâ kâfiren ve şekıyyen velhamdülülillahi rabbilâlemîn" (365 Gün Dua'dan) Bunları biliyor musunuz? Abdest suyunu yanında götürdü Otuz ikinci şehit Osmanlı Padişahı Abdülaziz Han, çok dindar bir padişah olup hayatı boyunca takva üzere yaşadı. Fransa Kralı ve İngiltere Kraliçesi'nin daveti üzerine çıktığı Avrupa seyahatinde Frenklere itimat etmeyerek abdest suyunu dahi beraberinde götürmüştü. Daha sonraları bazı menfaati zedelenenlerce, cinayet şebekesi kurdurularak hunharca öldürülüp hadiseye intihar süsü verildi. Bu habere asla inanmak istemeyen İstanbul halkı çok sevdikleri padişahları için "Babamız öldü!" çığlıklarıyla sokaklara döküldü... Macar Gulaş Malzemeler: 500 gram kemiksiz sığır eti, 1 çorba kaşığı sıvı yağ, 1 baş soğan, 1 adet kereviz, ince doğranmış bir domates, 2 diş sarımsak, 1 çorba kaşığı un, orta boy havuç, 1 su bardağı bezelye, 1 fincan elma sirkesi, tuz. Yapılışı: Eti sığırın ramusteklik veya iğnelik tarafından alın. Sonra eti ceviz iriliğinde, mümkünse küp şeklinde doğrayıp bir tencereye koyun. 1 kaşık yağ ilave edin. Havucu, kerevizi, soğanı, sarımsağı gelişigüzel doğrayıp ete katın. Tuzunu atın ve orta hararetli ateşe koyup suyu buharlaşıncaya kadar karıştırarak kavurun. Unu, domatesi ve kırmızı biberi koyun. Birkaç dakika bunlarla karıştırıp elma sirkesini ilave edin. Kapağını örtüp bu defa hafif ateşte kaynatarak pişirin. Garnitür olarak fırında patates ve bezelye ile servis yapınız. Bize helal lokma gerek Sultan II. Murat zamanında, henüz Osmanlılarda hazine teşkil edilip Padişahlar saraylarda gönlünce harcama yapmazlar ve onlar da harplerde elde edilen ganimet ve haraçlardan ve madenlerden başka devletin bir geliri yoktu. Halktan vergi toplayıp saray erkânı için harcanmazdı. Hal böyle olunca, padişahlar da zaman zaman parasız kalabiliyordu. Bir gün Fazlullah Paşa, II. Murat'ın, Çandarlı Halil Paşa'dan borç para istediğini görüp: - Sultanım, Padişahların Vezirlerden ve şundan bundan para istemesi yerinde olmaz. Müsaade buyurursanız bir hazine teşkil edilsin ve oradan saraya tahsisat ayrılsın, dedi. Fazlullah Paşa'yı dinleyen Sultan Murat hazretleri: - Bu parayı nereden ve kimden toplayacaksın? Diye sordu. Fazlullah Paşa: - Sultanım bu memlekette çok zenginler var, bir fermanla bazılarından bir miktar mal toplamak mümkündür, dedi. Bu söz üzerine Sultan Murat: - Sen nice teklif edersin Fazlullah Paşa! Bize ve bizim askerimize helâl lokma gerektir. Bizim ve askerimizin boğazına helâl lokma girmez de, onun bunun hakkı girerse bu askerle, meydân-ı gazada nasıl harp edebiliriz. Haram üzerine bina kurulursa ayakta durma imkânı var mıdır? diyerek Fazlullah Paşa'nın teklifini reddeder ve Çandarlı Halil Paşa'dan bir miktar borç alarak idare eder.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.