Nimete hürmet gerek

A -
A +

Eskiden ekmeğe "nân-ı azîz" de derlerdi, yani "çok değerli" anlamına gelirdi bu ifade. "Nân-ı Haram"dan kaçınılır, "nân-ı helâl" peşinde koşulurdu. Nân da ekmek gibi yemek, geçinilecek şey anlamında kullanılırdı. Türk insanı ekmeğe olan bu saygısını hiçbir zaman yitirmedi. Anadolu'da olsun büyük kentlerde olsun kimse ekmeği yere atmaz; yerde bir ekmek parçası görürse onu alır ve ayak altında çiğnenmeyeceği bir köşeye bırakır. Ekmeğin fiyatı yükselir, gramajı azalır, yine de biz Türkler için yemeğin suyuna bana bana ekmek yemenin tadından vazgeçilmez! Bu aslında pek yeni olmayan İslâm, ve dolayısıyla Osmanlı kültürünün bir yansımasıdır. İlâhi nimetlerin en değerlisi kabul ettikleri ekmeğin bir diğer adını ise 'nimet' koyar. Yerin ve göğün bereketi olarak gördükleri ekmeğe sonsuz hürmet gösterir. Halkın bu nimetten lâyığı ile faydalanması için de elinden geleni yapar. Bizzat padişah ekmek fiyatlarının sabit tutulması için kesin talimatlar verir, gün olur fırıncının ucuz ekmek yapması ve de zarar etmemesi için aradaki farkı belediye bütçesinden verir. Bu arada fırıncıları da sıkı sıkıya denetlemeyi de ihmâl etmez. 1502 yılında çıkan Bursa, İstanbul ve Edirne İhtisâb Kanunnâmeleri'nde ekmekçilerden şöyle bahsedilir: "Etmekçiler, (ekmekçiler) standart olarak alınan ekmeği narh üzere pâk işleyeler, eksik ve çiğ olmaya. Etmek içinde kara bulunursa ve çiğ olursa, tabanına let uralar; eksük olursa tahta külâh uralar veyahud para cezası alalar. Ve her etmekçinin elinde iki aylık, en az bir aylık un buluna. Tâ ki, aniden bazara un gelmeyüb Müslümanlara darlık göstermeyeler. Eğer muhâlefet edecek olurlarsa, cezalandırıla." Benzer bir nizamnâme 1680'de 4. Mehmet döneminde çıkar. Ekmekçilere uygulanacak cezalara ilişkin hükümler ihtiva eden bu nizamnâmede, kötü pişirilmiş, acılık hissi veren veya herhangi leke ihtiva eden ve gramajı eksik olan ekmeğin dirhemi başına bir akçe ceza öngörür. Velhasıl fırıncılar sıkı denetim altındadır. Osmanlı halkını korur Uzun yıllar Osmanlı topraklarında yaşayan seyyahlarından biri olan D'Ohsson, "18. Yüzyıl Türkiye'sinde Örf ve Adetler" isimli eserinde şu satırlar yer alır: "Umumiyetle ekmek, et, yağ gibi ihtiyaç maddeleri daima cüz'i bir fiyatla satılmasına dikkat eder. Bunları satanların çoğu vergiden muaf tutularak teşvik edilmeye çalışılır. İstanbul Kadısı'nın yardımcılarından Muhtesib ya da Ayak Naibi, haftada iki üç defa şehri dolaşarak dükkanları teftiş eder ve fiyatların sabit olup olmadıklarına kontrol eder. Eyaletlere göre çok daha pahalı olan hükümet merkezinde bile Avrupa'daki büyük şehirlerle kıyaslanamayacak kadar ucuzdur." 1700'lü yıllarda ekmek ununun okkası (1282 gram) 9 akçe, çörekçi unu 10 akçe, baklavalık has un 12 akçedir. 3 akçe bir paraya, 40 para ise bir kuruşa denktir. 50 dirhemlik (481 gram) bir ekmek 3 akçedir. 1803'te ise 3 akçeye, yani bir paraya 70 dirhemlik ekmek alınır. 1839'a gelindiğinde narh fiyatlarına göre nân-ı azîz'in bir okkası yerine göre 20-30 para arasında değişen fiyatlara satılır. Aradan uzun yıllar geçer, savaşlar baş gösterir, Anadolu çiftçisi bir cepheden diğerine kırılıp gider. Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı dönemlerinde kanlı çarpışmalar yanında, bir de "ekmek savaşı" başlayacaktır. Gene İkinci Dünya Savaşı döneminde büyük kentlerde ekmek darlığı çekilir, velhasıl ekmek "vesika" ile satılmaya başlar. Artık gariplerin kursağına giren ucuz ekmekler de mazide kalır. Çelebi'nin notlarından... Evliya Çelebi Seyahatnâmesi'nde, 17. Yüzyılda İstanbul'da 999 fırın ve 10 bin ekmekçi olduğundan söz eder. Çelebiye göre en has francala ekmeği Galata ve Tophane fırınlarından çıkarılır. Çelebi, bu arada Tophane'deki İsa Çelebi adlı fırıncının çıkardığı ekmeklerden, "Has beyaz pamuk misali sünger gibi göz göz pişmiş gayet lezzetli somunlar" diye bahseder. Bu ekmekler öyle dayanıklıdır ki Acem şahlarına bu Tophane somunlarından götürülür, İstanbul'dan Isfahan'a üç ayda varabildiği halde bozulmaz..." Çelebi'ye göre o dönemler herkesin mevkiine göre ekmek yapılır. Önce Büyük Efendiler, Padişahlar ve Paşalar için Bursa'dan getirilen özel unlarla ekmeğin en iyisi pişirilir. Buna has ekmek denir. Halkın alabildiği en kalite ekmek, içine arpa unu da karıştırılan ince, yassı, az pişmiş ve oldukça beyaz olan 'fodla' denilen ekmektir ki onu da hâli vakti yerinde olanlar alabilir. Bir diğer çeşit olan somun, daha esmerdir ama sıradan halkın alabildiği tek ekmektir. Biraz da fakir ekmeği denebilecek olan somun; buğday, arpa, çavdar ve mısır unu karıştırılarak yapılan, yuvarlak, kalın ve kabarık bir ekmek olup, diğerleri kadar da lezzetli değildir. Halkın ayağına gelirdi Eskiden bakkallarda, fırınlarda ekmek satılmazmış. Şimdiki gibi fırına gidip ekmek almak hiç yokmuş. Fırından sıcak sıcak çıkan fodla ve somunlar mahallelere, hatta varoşlardaki müşterilerin evlerine kadar götürülürmüş. Hem de veresiye!.. Ekmek dağıtan tablakârlar, ekmekleri çifte sepetlerle atlara yükler, sabahın köründe yollara düşermiş. Müşteriye ekmeği teslim eden tablakârlar, çetele dediğimiz tahta çubuklara da kaç ekmek verildiğini çizermiş. Fırıncıların pek de aceleci davranmaz, ekmek paraları hafta başı, iki haftada bir veya ay başında ödenirmiş. II. Abdülhamid'in hassasiyeti 1907 yılında fırıncıların talepleri doğrultusunda 2. Abdülhamid'e gönderilen Sadaret tezkiresinde kısa bir süre için ekmek fiyatlarına 5 para zam yapılması istenmekte ve nasıl olsa yağmurların yağmasıyla birlikte ekmek fiyatlarının da tekrar düşeceği belirtilmekteydi. Bu tezkire üzerine, Sultan 2. Abdülhamid'in yazdığı cevap hayli ilginçtir: "Hayreddin Paşa merhumun sadareti esnasında bu tür istekler geldiğinde Padişah'ın ne yolla karar verdiği bilindiği halde, böyle bir talepte bulunması yersiz karşılanmaktadır. Dolayısı ile zam yapmak yerine yapılmamasının çaresine bakılmalıdır. Çok şükür ki, memleketin her tarafında yağmur yağmaya başlamıştır. Yapılacak iş, tüccarları teşvik ederek vilayetlerden zahirenin gelişini kolaylaştırmak ve hızlandırmaktır. İcap ederse zahire ihracatı tehdit edilmeli veya şayet gerekirse fiyat farkı Şehremaneti (Belediye) tarafından karşılanmalı ama her halükârda ekmek fiyatları artmamalıdır." Zammı önlemek için gerekirse farkın belediye tarafından karşılanmasına dair hususi idare (1907) Elvedâ yâ ramazan! Ramazan gidiyor; Eski padişahlarımızdan birinin dediği gibi 'senenin on bir ayı hasreti çekilen' bu kısa gufran devresi, bu sefer kimse farkına varmadan nihayete eriyor. Dün gece minarelerde 'elveda' sesleri duyuldu. O zaman anladım ki o mübarek ayın sonundayız. Çocukluğumda ramazanın yirmisinden itibaren beni garip bir hüzün kaplardı. Oyunlarıma bir neşesizlik, çalışmalarına bir isteksizlik gelirdi. Vakıa bir zamanlar salih, abit Müslüman evlerinde ramazanın son günleri bir hastanın sekerat demleri kadar müellimdi. Herkeste sanki aile rüesasından biri ölüm döşeğine yatmış gibi bir his hasıl olurdu. Teneffüs edilen havada mukaddem bir yaz kokusu sezilirdi. Ve camilere gidilip ağlanırdı. Oraları hüzün ile taşan gönüllerin alabildiğine boşandığı yerlerdi. Ne yazık ki sıtmalı bir gençlik rüzgarı, devrin girdaplarıyla karışarak bende iyi, saf ve masum ne varsa aldı götürdü. Ben derken biliniz ki mensup olduğum neslin namına söz söylüyorum. Bu neslin hiçbir şeye itikadı yoktu ve ihtirasını layetenahi idi. Kendinden önceki nesle karşı insafsız ve müstahkardı. Babamız lakırdı söylerken kahkahalarla gülmeyi zekamızın bir hakkı zannederdik. Ve henüz on sekiz yaşında iken validemize bir çocuk muamelesi ederdik. Dini hayata karşı mübalatsızlığı ise şerefli bir şey sanırdık. Namaz kılmayı bilmiyoruz demeyi alimâne bir söz, alenen oruç yemeyi kahramanane bir hareket ve büyük babamıza Voltaire'den bahsetmeyi bir ulüvv-i cenap telakki eylerdik. Validemizin bir kese içinde baş ucumuza astığı Kur'an-ı Kerim'i yerinden indirip ve kılıfından çıkarıp alelade kitapların arasına sokmayı en asri ve en asil ve en zarif hareketlerden sayardık. Yegane inandığımız, yegane hürmet ettiğimiz şey 'asır'dı, asrın ilmi terakkiyatı idi. Birbirimizi ikide bir 'Yirminci asırdayız! Düşününüz efendim yirminci asır!' derdik. Yirminci asır bizi aldattı ve ramazan ayları bizlere küstü. Şimdi ne yapmalı? Nereye gitmeli? Dün gece odamın penceresinden minarelerdeki 'elveda' seslerini dinlerken birdenbire çocukluğumun ramazan sonlarına doğru gönlümü kaplayan o eski hüznüne düştüm ve ondan sonra gençliğimin, gençliğimizin ilk devresini teşkil eden o kıymetsiz, o adi ve kaba yılları hatırladım. Çocukluğumdan bu son ramazana kadar geçen zaman zarfında dünyaya ve ahirete layık ne yaptık, ne işledik? Diye kendi kendime sordum. Arkamızda bıraktığımız bu uzun yolda şüpheden, tereddüdden, yeis ve elemden, tatmin edilmemiş iştahlardan ve bir sürü küfür ve maasiden başka ne var? Bu güne kadar bütün ömrümüzün hulasa-i manası hep şür ve şüriş, hep fitne ve nifak değil midir? Elveda ey ramazan, elveda! Asır bizi aldattı, sen bize küstün. Halimiz ne olacak? Nerede şifa, nerede güfran bulacağız? Bu yıl milyonlarca Müslüman'ın gözlerinden çeşmelerden akan sular gibi yaşlar boşanıyor. Senelerden beri çeşmelerden akan sular gibi milyonlarca Müslüman'ın damarlarından oluk oluk kanlar aktı. Bu yaşlar, bu kanlar günahlarımızı silmeye kâfi gelir mi? Yakup Kadri Karaosmanoğlu / İkdam 14 Haziran 1920 Işık saçan canlılar Bilim adamları yıllardır sürdürdükleri araştırmalar ve çalışmalarla ateş böceklerinin ürettikleri kadar verimli bir ışık üretmeye çalışmaktadırlar. Gerçekte bir canlının ışık üretmesi, aynı zamanda da bu ışığın ısısından etkilenmemesi son derece şaşırtıcıdır. Çünkü bilindiği gibi, günümüz teknolojisi ile gerçekleştirilen ışık üretiminde, mutlaka bir sıcaklık açığa çıkar ve bu sıcaklık da dışarıya ısı enerjisi olarak verilir. Oysa ışık üreten canlılar kendi ürettikleri sıcaklıktan hiç etkilenmezler. Soğuk ışık denen bir tür ışık üretirler. Ateş böcekleri vücutlarının içinde gerçekleşen kimyasal reaksiyonlar sonucu yeşil-sarı ışıklar üreten böceklerdir. Her şeye kulp takarlar 18. Yüzyıl İstanbul şairlerinden Nüzhet'in adı deliye çıkmıştı. Şair, Sivas'tan geçerken uğradığı bir kahvehanede kendine kulpu kırık bir fincan kahve getirildi. Nüzhet, kahveden çıkarken kahveciye dönüp fincanı gösterdi ve söyle dedi: - Fincanı İstanbul'a gönder Kahveci şaşırdı ve sordu: - İstanbul'a göndersem ne olacak, dedi. Bunun üzerine Nüzhet şöyle cevap verdi: - Orada her şeye bir kulp takarlar. Merak etme, buna da bir kulp takan bulunur. Müslümanları suya kavuşturdu Müslümanlar, Medîne'ye hicret ettikleri zaman, su sıkıntısı vardı. Rûme kuyusundan başka içilecek su yoktu. Bu kuyu da bir Yahudi'ye aitti. Yahudi, Müslümanları zor durumda bırakmak için, kuyudan her zaman su vermiyordu. Verdiği günlerde de çok yüksek fiyatla sattığı için herkes alamıyor, fakir Müslümanlar çok sıkıntı çekiyorlardı. Peygamber efendimiz, bu durumu gördükçe üzülüyordu. Resûlullah Hazretleri buyurdular ki: "Rûme kuyusunu kim alır, kendi kovasını Müslümanların kovası ile beraber tutarsa, Cennetteki kovası bundan hayırlı olur." Bu müjdeyi işiten Hazret-i Osman, hemen Yahudi'nin yanına gidip, pazarlığa başladı. On iki bin dirheme kuyunun yarı hissesini aldı. Kuyunun başında bir gün Yahudi, diğer gün Hazret-i Osman durup, su veriyorlardı. Yahudi yine yüksek fiyatla suyu satıyor, Hazret-i Osman ise bedava olarak veriyordu. Müslümanlar, sıra Hazret-i Osman'a geldiği vakit, o günün ihtiyaçlarını aldıkları gibi, ertesi günün ihtiyaçlarını da doldurup gidiyorlardı. Dolayısıyla ertesi gün Yahudi'ye gelen olmuyordu. Yahudi oyuna geldiğini anladı. Fakat iş işten geçmiş oldu. Sonra gelip, kuyunun diğer yarısını da aynı fiyatla Hazret-i Osman'a satmak istedi. Fakat Hazret-i Osman kabul etmedi. Bir müddet sonra tekrar gelip, daha aşağı bir fiyat teklif etmesi üzerine Hazret-i Osman ucuz bir fiyatla diğer yarısını da satın aldı. Böylece kuyunun tamamı Müslümanların ihtiyaçları için sebil edildi.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.