Nimete hürmet gerek

A -
A +

>> Hadis-i şerif * Kim Ramazanın faziletine inanarak ve alacağı mükafatı Allah'tan umarak değerlendirirse, anasından doğduğu gün gibi tertemiz olarak günahlarından kurtulur. * Oruçlunun, akşam iftar zamanındaki duası reddolmaz. * Sünnete uygun olarak okunan ezanı duyan kimse, cami haricinde Kur'an-ı Kerîm okuyor ise de, işittiğini yavaşça söylemesi sünnettir. [Se'âdet-i Ebediyye] Eskiden ekmeğe "nân-ı azîz" de derlerdi, yani "çok değerli" anlamına gelirdi bu ifade. "Nân-ı Haram"dan kaçınılır, "nân-ı helâl" peşinde koşulurdu. Nân da ekmek gibi yemek, geçinilecek şey anlamında kullanılırdı. Anadolu'da olsun büyük kentlerde olsun kimse ekmeği yere atmaz; yerde bir ekmek parçası görürse onu alır ve ayak altında çiğnenmeyeceği bir köşeye bırakır. Ekmeğin fiyatı yükselir, gramajı azalır, yine de biz Türkler için yemeğin suyuna bana bana ekmek yemenin tadından vazgeçilmez... Bu aslında pek yeni olmayan İslâm, dolayısıyla Osmanlı kültürünün bir yansımasıdır. İlâhi nimetlerin en değerlisi kabul ettikleri ekmeğin bir diğer adını ise 'nimet' koyar. Yerin ve göğün bereketi olarak gördükleri ekmeğe sonsuz hürmet gösterir. Halkın bu nimetten lâyığı ile faydalanması için de elinden geleni yapar. Bizzat padişah ekmek fiyatlarının sabit tutulması için kesin talimatlar verir, gün olur fırıncının ucuz ekmek yapması ve de zarar etmemesi için aradaki farkı belediye bütçesinden verir. Bu arada fırıncıları sıkı sıkıya denetlemeyi de ihmâl etmez. 1502 yılında çıkan Bursa, İstanbul ve Edirne İhtisâb Kanunnâmeleri'nde ekmekçilerden şöyle bahsedilir: "Etmekçiler, (ekmekçiler) standart olarak alınan ekmeği narh üzere pâk işleyeler, eksik ve çiğ olmaya. Etmek içinde kara bulunursa ve çiğ olursa, tabanına let uralar; eksük olursa tahta külâh uralar veyahud para cezası alalar. Eğer muhâlefet edecek olurlarsa, cezalandırıla." > "Fiyatlar daima cüz'idir" Uzun yıllar Osmanlı topraklarında yaşayan seyyahlardan biri olan D'Ohsson, "18. Yüzyıl Türkiye'sinde Örf ve Adetler" isimli eserinde şu satırlar yer alır: "Umumiyetle ekmek, et, yağ gibi ihtiyaç maddeleri daima cüz'i bir fiyatla satılmasına dikkat eder. Bunları satanların çoğu vergiden muaf tutularak teşvik edilmeye çalışılır. Eyaletlere göre çok daha pahalı olan hükümet merkezinde bile Avrupa'daki büyük şehirlerle kıyaslanamayacak kadar ucuzdur." 1700'lü yıllarda ekmek ununun okkası (1282 gram) 9 akçe, çörekçi unu 10 akçe, baklavalık has un 12 akçedir. 50 dirhemlik (481 gram) bir ekmek 3 akçedir. 1803'te ise 3 akçeye, yani bir paraya 70 dirhemlik ekmek alınır. 1839'a gelindiğinde narh fiyatlarına göre nân-ı azîz'in bir okkası yerine göre 20-30 para arasında değişen fiyatlara satılır. Aradan uzun yıllar geçer, savaşlar baş gösterir, Anadolu çiftçisi bir cepheden diğerine kırılıp gider. Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı dönemlerinde kanlı çarpışmalar yanında, bir de "ekmek savaşı" başlayacaktır. Gene İkinci Dünya Savaşı döneminde büyük kentlerde ekmek darlığı çekilir, velhasıl ekmek "vesika" ile satılmaya başlar. Artık gariplerin kursağına giren ucuz ekmekler de mazide kalır. > Çelebi'nin notlarından... Evliya Çelebi Seyahatnâmesi'nde, Tophane'deki İsa Çelebi adlı fırıncının çıkardığı ekmeklerden, "Has beyaz pamuk misali sünger gibi göz göz pişmiş gayet lezzetli somunlar" diye bahseder. Bu ekmekler öyle dayanıklıdır ki Acem şahlarına bu Tophane somunlarından götürülür, İstanbul'dan Isfahan'a üç ayda varabildiği halde bozulmaz..." Çelebi'ye göre o dönemler herkesin mevkiine göre ekmek yapılır. Önce Büyük Efendiler, Padişahlar ve Paşalar için Bursa'dan getirilen özel unlarla ekmeğin en iyisi pişirilir. Buna has ekmek denir. Halkın alabildiği en kalite ekmek, içine arpa unu da karıştırılan ince, yassı, az pişmiş ve oldukça beyaz olan 'fodla' denilen ekmektir ki onu da hâli vakti yerinde olanlar alabilir. Bir diğer çeşit olan somun, daha esmerdir ama sıradan halkın alabildiği tek ekmektir. Biraz da fakir ekmeği denebilecek olan somun; buğday, arpa, çavdar ve mısır unu karıştırılarak yapılan, yuvarlak, kalın ve kabarık bir ekmek olup, diğerleri kadar da lezzetli değildir. > Abdestsiz fırına girilmez Eskiden ramazan ayı geldi mi fırınlar bu aya özel bir hamurkâr ile özel pişirici tutar. Bu hamurkârlar eski bir geleneğe uyarak, her sabah mutlaka fırına en yakın hamama gidip gusül abdesti almaları adettir. Bu, bir nevi ekmeğin kutsal bir nimet olmasıyla ilintilidir. Genellikle Kastamonu, Eflani, Safranbolu, Karabük ve Trabzonlu hamurkârlar en çok rağbet görenleridir. Pişirme ustaları da önemlidir, zira kızgın taş üstüne konan 'taban pidelerinin' (eski adıyla kirde) çevrile çevrile pişmesi gerekir. Fırından sıcak sıcak çıkan fodla ve kirdeler mahallelere, hatta varoşlardaki müşterilerin evlerine kadar götürülür. Genellikle veresiye ekmek dağıtan tablakârlar, ekmek ve pideleri çifte sepetlerle atlara yükler, iftara doğru yollara düşer. Müşteriye ekmeği teslim eden tablakârlar, çetele dediğimiz tahta çubuklara da kaç pide verildiğini çizer. Fırıncılar pek de aceleci davranmaz, alacaklarını hafta başı, iki haftada bir veya ay başında tahsil ederler. > II. Abdülhamid'in hassasiyeti 1907 yılında fırıncıların talepleri doğrultusunda 2. Abdülhamid'e gönderilen Sadaret tezkiresinde ekmek fiyatlarına 5 para zam yapılması istenmektedir. Bu tezkire üzerine, Sultan 2. Abdülhamid'in yazdığı cevap hayli ilginçtir: "Hayreddin Paşa merhumun sadareti esnasında bu tür istekler geldiğinde Padişah'ın ne yolla karar verdiği bilindiği halde, böyle bir talepte bulunması yersiz karşılanmaktadır. İcap ederse zahire ihracatı tahdit edilmeli veya şayet gerekirse fiyat farkı Şehremaneti (Belediye) tarafından karşılanmalı, ama her halükârda ekmek fiyatları artmamalıdır!.." > Mu'avvizeteyn (Felâk, Nâs) sûrelerinin fazîleti Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Ey Cübeyr, yolculuğa çıktığında, arkadaşlarının içinde en iyi durumda olmak, sıkıntı çekmemek ve rızk bakımından rahat olmak istersen, Kulyâ, İzâcâe, kulhüvallahü ehad, kul e'ûzü birabbinnâs oku. Okurken besmele ile başla, besmele ile bitir!" Ukbe bin Âmir radıyallahü anh anlatır: Bir zaman Peygamber efendimizle yolculuk yaparken şiddetli bir fırtınaya tutulduk. Resûlullah, Felâk ve Nâs sûrelerini okuyup, bana buyurdu ki: "Ey Ukbe, bu iki sûre ile Allah'a sığın; zira Allah'a hiç bir kul bunlardan daha fazîletli bir şey ile sığınamaz!" Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Kulhüvallahü ehad, Felâk ve Nâs sûrelerini sabah akşam üç defa oku! Bunlar sana kâfidir." "Cuma namazından sonra, yedi defa İhlâs ve Mu'avvizeteyn okuyanı, Allahü teâlâ, bir hafta, kazadan, beladan ve kötü işlerden korur." "İki sûreyi çokça okuyun! Allahü teâlâ sizi âhırette onlarla faydalandıracaktır. Mu'avvizeteyn kabri nûrlandırır, şeytanı uzaklaştırır. Sevapları ve dereceleri arttırır. Mîzânda ağır gelir ve sâhibini Cennete götürür." Hazret-i Âişe vâlidemiz, Peygamber efendimizin yatacağı zaman, İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini okuyup, ellerine üflediğini, sonra da elleri ile vücudunu sıvazladığını bildirmektedir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de, "Sıkıntılı zamanlarda dört kul'leri yani kulyâ, kulhüvallahü ehad, Felâk ve Nâs sûrelerini çok okumalıdır" buyurmaktadır. Felâk sûresini çok okuyan kimseye, Cenab-ı Hak, kolay yollardan rızık nasip eder. İnsanların hasedinden, her türlü şer ve kötülüklerden muhafaza eder. Nâs sûresini devamlı okumayı alışkanlık haline getiren kimse, daima sıhhat ve âfiyette olur. Nazara karşı okunursa, şifâ bulur. Seyyid Abdülhakim Arvâsî buyurdu ki: "Âyetel-kürsî, İhlâs, Mu'avvizeteyn ve Fâtiha sûrelerini sık sık okumak da, insanı cinden muhâfaza eder." > Bir çift ayakkabıya servetini verdi Bir gün Hâce Nizâmüddîn'in her tarafa yayılan cömertliğini duyan fakir bir adam, Hindistan'ın uzak bir yerinden yola çıkıp, mâlî sıkıntısını halletmek için, ondan çok miktarda yardım almak ümidiyle Dehli'ye gelir. Fakat o gün hazret-i Hâce'nin, bir çift eski ayakkabısından başka verebilecek bir şeyi yoktur. Zavallı adam, bu yüce şahsiyetten aslâ böyle bir hediye beklemiyordur; fakat onu reddetmeye de cesâret edemez. Bununla berâber, içinden, çok rahatsız olur ve bu büyük zâttan böyle kıymetsiz bir hediye aldığı için, büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Geri dönüşünde, yol üstünde gece dinlenmek için bir handa kalır. Yine aynı gece Emîr Hüsrev, Bengal'den bir iş gezisinden, Dehli'ye dönüyordur. Dehli'nin en zengini olarak bilinen Emîr Hüsrev, ihtişamlı maiyet, hizmetçiler ve zenginliklerle oraya varıp, aynı handa kalır. Ertesi sabah Emîr Hüsrev kalktığında, hayret edip; "Şeyhimin kokusunu duyuyorum" diye bağırır. Han didik didik aranır ve sonunda tenhâ bir köşede, geceleyin Dehli'den gelen fakir bir yolcu bulunur. Dehli'de kaldığı zaman hazret-i Nizâmüddîn-i Evliyâ'nın yanına gidip gitmediği sorulduğunda, adam üzüntülü bir şekilde; "Evet, hakîkatte ben bu uzun seyâhati, sadece o büyük velîyi görmek ve sıkıntılarımı halletmek ve onun cömertlik ve ihsânından faydalanmak için yaptım. Eski ayakkabıları göstererek; fakat beni sadece kendisinin bu kıymetsiz ayakkabıları ile gönderdiği için üzgünüm" diye cevaplandırır. Aşk ve muhabbetle yanan Hüsrev, derhâl adamdan; bütün bu büyük servet, köleler ve sâhib olduğu her şey karşılığında ayakkabıları kendisine vermesini ister. Nakledildiğine göre, o zamân Emîr Hüsrev, diğer kıymetli eşyâlarından başka 500.000 gümüş para taşıyordur. Zavallı adam, bunu bir şaka kabûl eder. Fakat Hüsrev, üzerinde durarak, yeminle teklifini tekrarlar ve hemen, sevgili hocasının ayakkabıları karşılığında bütün servetini vererek pazarlığı bitirir ve o ayakkabıları büyük bir hürmetle el üstünde taşıyarak, Hazret-i Nizâmüddîn'e geri verir. > Mimar Sinan'ın büyüklüğü Koca Mimar'ın fütuhat, saltanat, ilim ve sanat bakımından en muhteşem devrinde büyük bir imar kudretinin başında, şöhretli bir insan olmasına rağmen, yazma nüshalarda mur-u natuvan"(güçsüz karınca). imzasında El-fakir Sinan Sermimaran-ı Hassa"; beyzi mührünün ortasında imzasında El-fakir ü'l-hakir Sinan"; kenarında ise: Sermimaran-ı hassa müstemend Bende-i miskin kemine dermend" (Fakir, aciz, hassa sermimaranı Dertli, değersiz, miskin bendeleri) diye kendisini tanıtarak yalnız mimarinin değil, tevazuun da üstadı olduğunu gösteriyordu. > Kadayıf dolması >> Malzemeler: 1/2 kg tel kadayıf, 1 su bardağı iri kıyılmış ceviz, 1 fincan süt, 4 yumurta, 3 bardak şeker, 2 bardak su, 1/4 limon suyu >> Yapılışı: Şeker, su ve limon suyu kaynatılıp şurup soğumaya bırakılır. Kadayıftan bir miktar alınıp tabağın üzerine ince bir tabaka halinde kare şeklinde didiklenerek yayılır. Arasına dolma içi koyar gibi 1 çorba kaşığı ceviz içi konulup sarılır. Yumurta ve süt çırpılır. Sarılmış kadayıflar iyice yumurtalı karışıma bulanır. Kızgın yağda altın sarısı renk alıncaya kadar kızartılır. Sıcak sıcak soğuk şurubun içine atılır ve servis yapılır. > Ezogelin Çorbası, Yaprak Sarması, Fırında Makarna, Kadayıf Dolması

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.