> Hadis-i şerif Cennetteki güzel köşkler, sözü hoş, selamı çok, yemek yediren, oruca devam eden ve gece namazı kılan kimselere verilir. [İbni Nasr] Bir günâh işlendiğinde, insanlar, kudreti varken mâni olmaz, red etmezlerse, bütün şehre azâb olur. Yoksa olmaz. [Se'âdet-i Ebediyye: 89.] Küçük günâha ısrar, büyük günâha yol açar. Büyük günahta ısrar, küfre götürür. [Se'âdet-i Ebediyye: 418.] Oburluk üzerine yazılan çok sayıda hikâyeye rastladım, hatta sırf oburluğun konu edildiği bir Oburlar Kitabı bile geçtiğimiz seneler çıktı. İşte size en beğendiğim, üstelik yaşanmış bir oburluk hikâyesi: Belki on beş sene evvel idi. Merhum Baba Yaver ile hem yemek, hem de misafir meraklısı bir zatın iftarına davetli idik. Baba, sahib-i hanenin hüsn-i tabiat ve nezaketini bildiği için daha yolda medhiyyata başladı. Kalın iştiha-engiz dudaklarını şapırdatarak neşesinden güldükçe koca karnını oynatarak vücud-ı mülâhhamıyla iki tarafa yalpa vurduğu sıralarda kesik, kısık sesiyle: - Aman Allah, aman Allah! Geçen sene çifte hindi fırını vardı. Sırt sırta vermişlerdi. Dün eteğini öptüm. "Merak etme hem ondan var, hem de sakız muhallebisinden" dedi... Gibi şahsına has yerinmelerle bizi de imrendiriyordu. Bin bir çeşit iftariyelik Filvaki sofraya dizildiğimiz zaman iftariyenin revnak ve tenevvuu cümlemizin malumu olan hüsn-i tabiatın asar-ı zarîfesine işaret ediyordu. Zeytin, peynir, reçel, pastırma, sucuk, turşu, hardelya, havyar, balık dolma ve tuzlamaları, çörek, simit, pide envai zevk-ı şikem-perverîyi müstağrak-ı iltifat edecek surette istihzar edilmişti. Baba bu takıma: - Rüzgar!.. diye pek el uzatmadı. Hakkı da varmış. Çünkü o koca gümüş tepsi kalkınca kepçeleri son derece zarif, kendileri gayetle musanna üç büyük çorba kasesi kondu. Konar konmaz evvela işkembeden, onu müteakip, tavuk, hindi katıyla, suyuyla yapıldığında icmâ-ı tabbâhân vaki olduğu renk ve bü-yı bî-bahanesinden anlaşılan şehriyeden, ondan sonra da düğün çorbasından adeta bildiğimiz gibi birer kase dikti. Her kase ağzından ayrıldıkça göğsünü okşuyor, bize: - Yumuşatır!.. diyordu. Bu aralık sol eliyle gizli bir harekette bulunduğunu hissettim. Pantolonun mani-i tahammül olacak engel ve düğmelerini çözüyormuş. Enderun yumurtası gelince... Çorbalar kalkıp da ortaya Enderun yumurtası gelince kaşığa davrandı. Ekmeğe kim bakar? Biz tabağımıza birer miktar alır almaz lengeri önüne çekti. Gözler o siyeh-lika üzerinden garip dönüşlerle fırladığı halde ağız, çene bir hareket-i muntazamaya tab'an gelip gidiyor. Arada bana: - İşte bu yumurta mide döşer!.. diyordu. İyice hatırımdadır. Pideli kebaba da ikbal buyurdu. Emir dolmaya limonu bol gezdirerek: - Bayılırım!.. diye girişti. Gelen turfanda bir sebzeden de yüz çevirmedi. Kaymaklı elmasiyeye: - İşte yürek oynatan bu haspadır!.. teranesiyle saldırdı. Sofrada gülmeden kırılmayan kim kalıyordu. Görülecek bir manzara idi. Elleriyle göğüs etlerine hamle ettikçe kopan parçalar an-ı vahidde ağzına gidiyor, bir iki çevrildikten sonra kayboluyordu. Bu yetmişlik, yetmiş beşlik obur bir aralık etrafına: - Yiyen var mı? istifsarıyla bakındı. Kim yiyecek? Bu sofrada tepsiyi önüne çekti. Dakika-be-dakika hindilerin iskeleti tebarüz ediyordu. Butlar, deriler, sırtlar, boyun halkaları sıyrıldıkça garnitür hükmünde duran patates puflalarına da nedret arız oluyordu. Bu keşmekeş-i bî-misal arasında idi ki sahib-i hane: - Baba, muhallebiden yemeyecek misin? Senin için ayrıca bir tabak yaptırdım. dedi. Boğulacak zannıyla korktum. Ağzı o kadar dolu idi ki, söz söyleyemiyordu. Yalnız cevap olarak gözlerini kapadı. Başını iki tarafa; - Nasıl yemeyeceğim?.. tarzında salladıktan sonra kaşığını da gösterdi. Lokmayı indirir indirmez; - Yaralıyım, merhemden vazgeçemem! Nidasıyla müheyya-yı tedavi olduğunu söyledi. Velhasıl yedi. Neredeyse ölüyordu... Muhallebiden sonra toprak kap içinde taneleri nar gibi kızarmış pilava varıncaya ne gelse yedi. Yedi ama siyahîye bir tutukluk arız oldu. Sofradan kalkamıyor, mıhlanmış gibi duruyordu. Yeni çıkma tiyatro komikleri ıstılahatından olup gayetle dik yaka giyen, hatta yarı korseli şıkların vaziyet-i şakuliyesini vasf yolunda irad olunan: - Baston yutmuş! gibi bir şekl-i sabit aldı. Yaver gık diyemiyordu. İşaret etti. İç kuşağını çevirdiler. Yine işaret etti. Koluna girdiler. Ağır ağır kaldırdılar. Ben tabiatını bildiğim için: - Poyraz tarafına nazır bir pencere önüne götürün! dedim. Götürdüler. Sandalyeye nasıl oturduysa öylece kaldı. Fakat sahib-i hane bir türlü rahat edemiyordu. Asabî, meraklı olduğu için Yaver'e bir hal olur korkusuyla uğunup duruyordu. En nihayet bana: -Canım birader, gidelim soralım, bir ilaç milaç ister mi? diye ibram ediyordu. Halbuki ne ilaç ister ne milaç! Bir saat uyusa kaffesini hazmederdi. Tabiat ve itiyadı böyleydi. Kendi ağzından işitmiştim: Sadr-ı esbak Fuad Paşanın yanında kilerci iken süferaya verilen kırk kişilik bir ziyafette böyle bir sofraya tevzi edilecek terbiyeli paça ile fırında makarnayı cümlenin nazar-ı hayreti önünde ekl ve bel' etmiş ve kendisini bir saat kadar poyraza verdikten sonra kilere giderek fart-ı hararetten dolayı iri, billur kâselere yapılır limonatadan bir hayli içmiş imiş. Onun için ben hiç telaş göstermedim. Maahaza beraberce gittim. O zarif, o nazik mîzban yanına kemal-i şefkatle yanaştı. Eliyle omzuna hafifçe vurarak: - Baba, baba rahatsızsın. Bir şey ister misin? Sana bir şey aldırayım mı? dedi. Onun tabiri veçhile: - Aman Allah! Yaver ne hale gelmişti. Yüz siyahlığını kaybetmiş, dudaklar mosmor olmuş titriyordu. Sandalyede ilk aldığı vaziyeti kaybetmediği cihetle elleri dizlerinde idi. Ev sahibinin hitabı üzerine gözlerini açtı. Damar damar kan bürümüş idi. Zavallı dostum hâlâ: - Bir şey ister misin, ne vereyim? diyerek müsterhimane yüzüne bakıyordu. Birdenbire gürültülü bir ses aksetti. Gelen cevap şöyle idi: - Elleriyle iri bir parçayı işaret ederek, bir parça kızarmış ekmekle kaşar peyniri daha hazımdır!.. O da irkildi, ben de. Fakat muhibbim sapsarı olmuştu. Buz gibi kesilmiş elleriyle ellerimi tuttu... Bana; - Gel! Al şu parayı, ver şu fellaha! Evden çıksın gitsin, şimdi bayılacağım! dedi. (Tasvir-i Efkar, 3 Ramazan 1331 / 6 Ağustos 1913) > Âmenerresûlü'nün fazîleti Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Bekara sûresinin sonundaki iki âyeti (Âmenerresûlüyü) geceleyin okuyana, bunlar ona kâfidir." "Bekara sûresinin başından dört âyeti, Âyet-el kürsîyi ve bunu takip eden iki âyeti ve sûrenin sonunda bulunan üç ayeti kim okursa ona ve ehline o gün şeytan yaklaşamaz, kötü olan hiçbir şeyle karşılaşmaz. Bu âyetler deliye okunursa Allahü teâlânın izniyle iyileşir." "Allahü teâlâ, gökleri ve yeri yaratmadan iki bin yıl önce bir kitab yazdı ve o kitabdan iki âyet indirerek Bekara sûresini bu iki âyetle kapadı. Bu iki âyet, bir evde üç gece okunmazsa, Şeytân o eve yaklaşır." "Âmenerresûlü'yü öğrenin!.. Kadınlarınıza, çocuklarınıza da öğretin. Çünkü bunlar hem Kur'ân-ı kerîm, hem de duâdır." "Dört şey Arş-ı a'zam altındaki hazineden indirildi. Fâtiha, âyet-el-kürsî, Âmenerresûlü, Kevser sûresi." Hazret-i Ömer buyurdu ki: "Akıllı kişi Bekara sûresinin sonunda bulunan âyetleri (Âmenerresûlü) okumadan uyumaz." Hazret-i Ali buyurdu ki: "Bekara sûresinin sonundan üç âyet-i kerîmeyi okumadan uyuyan bir kimseye ben akıllı diyemem." İmâm-ı Nevevî buyurdu ki: Bu âyet-i kerîmeleri okumak geceyi ihyâ etmeye kâfidir. Bazıları da, kötülüklerden korunmasına kâfi gelir demişlerdir. İbni Âbidîn buyuruyor ki: "Defin bittikten sonra, birkaç dakika etrafında oturup veya çömelip, sessizce Bekara sûresinin başını ve sonunu okumak meyyit için duâ ve istigfâr etmek müstehabdır." > "Türkler nezaketli insanlardır" "Paşasından sokak satıcısına kadar istisnasız hepsinde birer derebeyi ihtişamı vardır. Hepsi aynı terbiyeyi görmüş ve bir nevi asalet vakarı içinde yetişmiş oldukları için, eğer kıyafet farkları olmasa, İstanbul'da bir aşağı tabakanın mevcut olduğunu ilk bakışta hiç kimsenin fark etmesine imkan olamaz... Gerçekten, görünüşe göre İstanbul'un Türk halkı Avrupa'nın en nazik ve en kibar cemaatidir." (Edmondo de Amicis, Yazar) "... Müslüman-Türk nezaketinden bahse mecbur olduğumu zannediyorum... (Nezaket) Türkler'de bilakis milli seciyelerini teşkil eden sarsılmaz hakkaniyet ve adaletle hayırhahlık ruhunun tabii bir neticesidir. Zaten Kur'an'da nezakete ait ayetler vardır ve o mukaddes kanunun bütün düsturları gibi bu ayetler de aynen ve harfiyen tatbik edilir." (A. Brayer) > Bayrağı bırakmayan kahraman Mus'ab bin Umeyr, Uhud savaşına katılıp sancağı taşıdı, büyük gayret ve kahramanlıklar gösterdi. Bu savaşta, Sevgili Peygamberimizin yanından ayrılmayarak, saldıranlara karşı koyuyordu. İki zırh giyinmişti. Bu haliyle peygamberimize benziyordu. Müşrik ordusundan İbn-i Kami'a adında biri peygamberimize saldırırken, Mus'ab bin Umeyr onun karşısına çıktı. Bu müşrik, bir kılıç darbesiyle Mus'ab bin Umeyr'in sağ kolunu kesti. O da sancağı derhal sol eline aldı. İkinci bir darbeyle sol kolu da kesilince sancağı kesik kollarıyla tutup göğsüne bastırdı. Bu haliyle kendini Peygamber Efendimize siper yapan Mus'ab bin Umeyr'in üzerine hücum eden İbni Kami'a, vücuduna bir mızrak sapladı ve Mus'ab bin Umeyr yere yıkılıp şehit oldu. Bundan sonra, sevgili peygamberimiz sancağı Hazret-i Ali'ye verdi. Mus'ab bin Umeyr, zırh giydiği zaman peygamberimize benzediği için, müşrikler onu şehid edince peygamberimizi öldürdüklerini zannetmişlerdi. Eshâb-ı kirâmdan Ubeyd bin Umeyr şöyle anlatır: Resûlullah Efendimiz Mus'ab bin Umeyr'i şehid olmuş görünce, başı ucuna dikilerek, Ahzap sûresinden: (Mü'minlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah'a verdikleri sözde sadakat gösterdiler. Onlardan bazıları şehid oluncaya kadar çarpışacağına dair yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehid olmayı bekliyor. Onlar, verdikleri sözü asla değiştirmediler) meâlindeki âyet-i kerimeyi okudu ve sonra, şehidler için; (Allahın Resûlü de şahittir ki, siz kıyâmet günü Allah'ın huzurunda şehid olarak haşrolunacaksınız) buyurdu. Daha sonra yanındakilere dönüp, "Bunları ziyaret ediniz. Kendilerine selâm veriniz. Allahü teâlâya yemin ederim ki, kim bunlara bu dünyada selâm verirse, kıyâmette bu aziz şehidler kendilerine mukabil selâm vereceklerdir" buyurdu. Daha sonra şehidler defnedildi. Mus'ab bin Umeyr'e kefen olarak bir şey bulunamamıştı. Vücudu kaftanı ile ve ayak tarafı da otlarla örtülmek suretiyle defnedildi. > Buğu kebabı Malzemeler: 600 gram kuşbaşı kuzu eti, 40 gram sıyı yağ, 200 gram arpacık soğan, 1 diş sarımsak, 2 adet domates, 2 adet sivribiber, 1 tatlı kaşığı kekik, 1 tutam kimyon ve tuz. Yapılışı: Güvecinizin içini tamamen yağlayın. Bütün malzemeyi karıştırarak güvece doldurun. Kalan yağı taksim edin. Güvecin ağzını bir folyo kağıdı ile kapatıp 2 saat fırında 180 derecede pişirdikten sonra servis yapın. > Yoğurt Çorbası, Buğu Kebabı, Talaş Böreği, Sütlaç