Önce ta'am sonra kelâm

A -
A +

Malumunuz mübarek ramazanın bütün uhrevi havasının yanında biraz da mide ile alakalı olan bölümü vardır ki koskoca bir ay içinde ondan bahsetmeden olmaz. Öyle ya sahurla başlayıp iftarla biten, ve adeta bu iki kelimeyle özdeşleşmiş ramazanda iftar alemleri bir başka olur. Hele eskiden her Selamün aleyküm diyene kapıların ardına kadar açıldığı konakların hikâyesi başka bir tatlıdır. İftar sofralarına kaç kişinin geleceği asla belli olmadığından mutfaklarda daha fazla yemek bulundurmak adettir. Hane sahibinin her akşam kurulan sofrasına ramazana mahsus ekmeklerden başka uzun yumuşak pideler, yine iftarlık olarak çeşitli ufak halka çörekler, yine iftar için gümüş veya değerli pulad tepsiye çeşitli meyvelerden yapılmış reçeller, sucuk, pastırma, peynirler ve özelikle hurma ile türlü türlü zeytinler konduğu gibi ortasına da saplı, kulplu ve kapaklı elmastraş denilen billurlardan çok küçük sekiz on kadar bardak içinde Mekke-i Mükerreme'den getirilmiş zemzem-i şerif konulurdu. En ağır kıymetli takım ve tabaklar, sırmalı havlular, gümüş leğenler hazır edilirdi. İftar vaktine, yani oruç bozmaya yarım saat kala odanın uygun bir köşesine konmuş buhurdanlarda öd ağacı veya buhur, pek kibar ailelerde amber yakılır, odanın kapısı çekilirdi. Akşam ezanına tam bir çeyrek kala hane sahibi yemek odasına girer ayakta kendi sofrasına alınacak misafirlerin gelişini bekler, karşılar, herkes softada yerini alınca imam efendi derhal Kur'an-ı Kerim'den Ayet-i Celile okumaya başlar, hazır olanlar sessiz olarak dinlerlerdi. Bu arada vaktin geldiğini bildiren top da atılmış olurdu. Önce zemzem-i şerif içilerek oruçlar açılır, iftariyelikler yenmeye başlanırdı. Yemekte mutlaka iki çeşit çorba ve yumurta-i hümayûn, en az üç çeşit tatlı, iki çeşit börek ve hoşaf ile beş altı türlü sebze bulundurmak kibarlar için zorunlu idi. Her yemeğin hazırlanmasına dikkat edilir nefasetine özen gösterilirdi. Eskiden iftardan kibar sofralarının pek meşhur tatlıları baklava, samsa, revani, şeker pare, dilber dudağı idi. Ramazanda iftar yemeğinde gaziler helvası denen un helvası, soğuk paça ve sebzelerden lahana ile zeytinyağlı yemek bulundurulması kibarlar arasında ayıptı. Kapılar herkese açıktı Ramazan ayında tüm evler, en nefis yemeklerin, her Selamün aleyküm diyene sunulduğu bir ziyafethane haline gelirdi. Büyük konakların iftar sofrasında yer almak için tanıdık olmaya lüzum yoktu. Gözüne kestirdiğin yere girerdin kimse de kim olduğunuzu, ne münasebetle tanışıldığını, isminizi ve işinizi sormazdı. Konağa davetlilerin dışında gelen misafirler de derece ve itibarlarına göre kâhya ve divan efendisi, mühürdar gibi zatların odalarına alınır, iftar ettirilir, onlara da mükellef iftarlıklar tatlılar börekler ve her türlü yemekler verilirdi. Gedikli ağalarla diğer ağalara kavas ve aşçılara ve evdeki diğer hizmetlilere ayrı ayrı sofralar kurulur, her birine börek, tatlı konurdu. Konağın alt katına da iftara gelen mahalle bekçisi, sakası, amele ve diğer fakirler için onar kişilik en az üç dört sofra hazırlanır bunlara da birkaç çeşit reçel, simit, büyük bir kap ile çorba, mutlaka bir tatlı ve sebze yanısıra büyük bir leğenle bolca pilav verilirdi. Beraber getirdikleri tütünlerini ve evden verilen kahvelerini içerler, sonra hazinedâr ağa tarafından diş kirası nâmıyla bir miktar atiyye verildikten sonra giderlerdi. Evdeki diğer misafirler kahve ve çubuklarını içer, bir kısmı yatsı namazı vakti yaklaşınca gitmeye başlarlardı. Bunlar arasında mahalle imamı, müezzini ve muhtarı gibi kimselerle diğer komşu ve mahalle ahalisinden atiyye verilmesi lâzım gelenlere de ayrı ayrı diş kiraları verilirdi. Ev sahibinin geri kalan misafirlerine ikinci defa ikram edilen kahve, kakule denen baharla birlikte pişirilirdi. Daha sonra bunlar da evine dönerdi. Hâne sahibi tarafından mahiyetinde bulunanlara veya arzu ettiklerine ramazan hediyesi altında saat bile verildiği olurdu. Yatsı namazı vakti gelince hâne sahibi ile kalanlar hep beraber teravih namazı kılarlar, daha sonra geç saatlere kadar sohbet eder dağılırlardır. Sıra teravih namazında Konaklarda sıradan günlerde de imam bulunur, sabah, akşam ve yatsı namazlarını ev halkı cemaatle kılar, ağalardan uygun biri müezzinlik ederdi. Ramazanda ise çoğunlukla konak imamı teravih kıldırmaz, dışardan bir imam ve güzel sesli müezzinler tutulması adettir. Teravih namazına kalkan hane sahibi ve hane halkı için ya sofaya veya mevsim kış ise cami haline konmuş büyük bir odaya gayet uzun dokunmuş halıdan saf seccadesi yayılır, misafirlere arakiye üzerine sırma işlenmiş veya atlastan, sırma ipek ve sırma ile süslenmiş ayrı ayrı seccadeler serilir, hane sahibi ve imama da yine ayrı ayrı ağır işlemeli seccadeler konurdu. İmamın sesine dokunmaması için uzağına konan iki buhurdanda öd ya da amber yakılırdı. Müezzinler bu cemaat saflarının en gerisinde bulunur, her iki rekâtte hep bir ağızdan ilâhiler okurlardı. Namazın sonunda imam efendi Kur'an-ı Kerim'den yine yüksek sesle mihrabiye okur, bu suretle teravih namazı son bulurdu. Sahurluklar da unutulmazdı Zenginlerin Allahü teâlânın rızasını kazanmak için adeta servetlerini döktükleri iftar ziyafetlerinin yanında bir de sahur alemlerini eklerdi. Fakir fukara için hazırlanan sofralar o vakit bile hayli kalabalıktı. Gelen fakirlerin çoğu İstanbul'un uzak semtlerinde oturdukları için sahur yemeğini konakta yemez, matbaha gider, arkasında taşıdığı zembilindeki kaplara akşamdan kalan yemeklerden koyup dönerdi. Sahura kalanlar genellikle yakında oturanlardı. Kışın sahur vakti çok geç olurdu. Böyle zamanlarda misafirler sahura üç dört saat kala gelir, ev sahibi ve ev halkı da üç dört saat kadar biraz uyurdu. Kış günleri uykudan kalkarak soğuk odada yemek yemek zor olduğundan yemek odaları daha önceden mangallarla ısıtılırdı. Aşırı yemek gücü azaltır Oruç konusunda Marie-Reine Geffroy'un "Le Jeûne, Moyen De Puricfation Totale" (Tam Bir Arınma Vasıtası Olarak Oruç) isimli eseri bu konuda önemli bir kaynaktır. Bu çalışma orucun fizyolojik etkilerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Geffroy, bugün bazı kimselerin oruca karşı olumsuz tavrını bilhassa bir peşin hükümden kaynaklandığını belirtmektedir: Ona göre, oruca karşı takınılan bu olumsuz tavır, zayıf düşmemek için, beslenmek hatta aşırı derecede beslenmek zorunluluğu ile ilgili bir peşin hükümden kaynaklanmaktadır. Geffroy'a göre, aşırı yiyecek, gücü artırmak yerine, aksine azaltmaktadır. Bunun üç sebebi vardır: 1) Her kategoriden yiyeceğin kullanılabilir miktarını aşan kısmı "artık" olur ve organların normal işleyişini alt üst ederek, sindirim organları ve iç organlarda biriken maddelerle organizmaya aşırı bir yük getirir. 2) Fazla yükleme, hazım ve sindirim fonksiyonlarında bir yavaşlama ile bu besin fazlalığını telâfi etmek için fazla güç sarfına sebep olur. 3) Bu çok miktardaki besinlerin hazmının sebep olduğu şimik ve fizik oluşumlar, aşırı bir enerji kaybına yol açar. Geffroy, bu kanaatini destekleyen tıbbî bazı uygulamalara da değinir. Onun belirttiğine göre Dr. Dewey, öğrencisi bayan Dr. Hazzard ve Dr. Garignton gibi, tabip araştırmacılar, bir tedavî usulü olarak, hastalarına 65 ile 75 gün arasında değişen sürelerde oruç tutturmuşlardır. Bu sahadaki diğer önemli bir araştırmacı olan Dr. Bertholet, kitabında topladığı çok sayıdaki uzun süreli oruç tedavilerinin incelenmesine ve elde edilen sonuçlara dayanarak; ağır vak'alarda bile oruç vasıtasıyla fevkalâde şifalar elde edilebileceğini belirtmektedirler. Kabul olan hac Abdullah bin Mübârek (736-796), bir sene hacca gitmişti. Hacdan sonra rüyada, meleklerin gökten indiklerini gördü. Meleklerden biri, diğerine sordu: -Bu sene kaç kişi hacca geldi? -Altıyüzbin kişi. -Kaç kişinin haccı kabul edildi? -Hiçbirinin haccı kabul edilmedi. Abdullah bin Mübârek hazretleri bu cevabı işitince çok sıkıldı. Çok üzüldü. -Çok zor iş. Altıyüzbin kul, ihtiyaç ve yalvarma ile dünyanın her tarafından hacca geldiler. Çöller ve diğer zor şartlarda büyük sıkıntılara katlandılar. Bütün yaptıkları boşa gitti. Hiç birinin haccı kabul edilmedi, dedim. Sonra melek: -Şam'da Ali bin Muvaffak adında birisi vardır. O hacca gelmedi. Ama, haccı kabul edildi, Altıyüzbin hacıyı o'na bağışladılar. Hepsinin haccı kabul edildi, dedi. Uyanınca, arkadaşlarımdan ayrıldım. Şam kafilesine katıldım. Şam'a gittim. Ali bin Muvaffak'ın evini araştırıp, buldum. Kapıyı çaldım. Bir kimse kapıya çıktı. Adını sordum. -Ali bin Muvaffak, ya sizinki? -Abdullah bin Mübârek, cevabını vermemle, feryat edip, kendinden geçti. Kendine gelince, gördüğüm rüyâyı kendisine anlattım. -Haccının kabûl edildiğini ve kendi haccı ile beraber altıyüzbin kişinin haclarının da kabûl edildiğini haber vererek, bana nasıl bir hayırlı amel işlediğini anlat, dedim. -Ben ayakkabı tamircisiydim. Otuz seneden beri hacca gitmek arzusundaydım. Bu işimden otuz senedir, üçyüz dirhem (1440 gr) gümüş biriktirdim. Bu sene hacca gidecektim. Hanımım hamileydi. Komşunun evinden yemek kokusu burnuna geldi. Hanımım komşudan yemek istememi söyledi. Komşuya gidip, hanımımın arzusunu söyledim. Komşum ağlayarak: "Ey Ali bin Muvaffak, bizim bu yemeğimiz size helâl değildir. Çünkü üç gündür, çocuklarım bir şey yememişlerdir. Bütün Şam şehrinde hiçbir iş bulamadım. Kimse bana iş vermedi. Ölü bir hayvan gördüm. Ondan çocuklara yemek pişiriyorum. Size helâl olmaz" dedi. Bunu duyunca, içime bir acı düştü. "Niçin Kâ'be'ye gideyim. Benim haccım buradadır" dedim. Hac azığım üçyüz dirhemi komşuma verdim. "Bunu al ve çoluk çocuğuna nafaka yap. Benim haccım da bu olsun" dedim. Abdullah bin Mübârek: -Allahü teâlâ doğru rüyâ gösterdi, dedi. Ufuktan doğan müjde On bir ayın sultanı, bu akşam da güneşin çekildiği ufuktan doğacak. Gerçi bu parlak peyk arza kuşanmış mahreki üstünde ezeli dönemlerinden birini daha tekrarlıyor. Fakat bu yeryüzü yıldızı, üstünde yaşayanların, kendisi üzerine yazdıkları, söyledikleri, yarıştırdıkları şairce, aşıkça, filozafça duyguları, düşünceleri renkleri ve nâmeleri işitip görmek elinde olsa idi, şüphesiz ki, Müslümanların ramazanından kazanmış olduğu timsali, en benzersiz bir "tecellâ" olarak kabul edecekti. İncecik hilâlini 1300 şu kadar yıldır yüz milyonlarca kişi gökyüzünden müminlerden şeref getiren bir Allah yolcusu gibi karşılıyor. Donanan minâreler, sanki yolunun üzerine yakılan meşalelerdir. Bir minâreden öbür minareye doğru siyah boşlukta titreşen mahyalar, onun aşkına, sanki nurların raksıdır. Sokaklarda çalınan davullar, okunan maniler onun adına halkın ağzından bestelenmiş kutlamalardır. Ağızlara, evlere, tadı, camilere kalabalığı, yeryüzüne âhiret ve dünya şenliğini sanki o doldurur. Maneviyatı yüceltip sağlamlaştıracak demin geldiğini onun ak yüzü müjdeler. Onun ışıkları kubbeler ve şehirler üzerine sevap rahmeti döker. Müslüman gözleri ramazan ışığını gerçekten, on bir mehtaptan daha aydınlatıcı saymışlar; öteki zamanların bedrine onu baş bilmişler! Ay bizim dinden olmuş. Yılda on bir defa mehtap gibi gelip giden o, ramazanda gökyüzünden güya bizi gözeten bir eski bildiktir. Bu akşam, ufuktan başını kaldırınca, Müslüman illerini bir daha seyredecektir. Bu kendisine geçmiş zamanları andırtmayacak mıdır? O ki çöllerden Hazret-i Muhammed'in vahiylerini görmüştü. Cihâryâr'ının Rabbâni ilhama aşık yüzlerini nurlandırmıştı. Endülüs'te ezanlar duymuştu. Elhamra'nın arabesk oymalı pencerelerinden teravihlerde secdeye kapanan hükümdarlar seyretmişti. Bağdat'la İsfahan'ın Ganj kıyılarıyla Nil vadisinin "Ledünni" coşkunluğunu aydınlatmıştı. Konya'nın çini nakışlı minarelerinden, süslü saraylarına, engin ovalarına yayılan ezan seslerine pırıl pırıl haleler hazırlamıştı. O ki, ezeli ve münzevi yolu üzerinde böylece Raşidlerin, Emevilerin Fatimilerle Eyyübilerin ve Selçukilerin nice ikballi ramazanlarına tanık oldu. Her birine gökten nurlarını, neşelerini yaydırdı idi. Söğüt'te Osman Gazi'nin, Edebali zaviyesinin ramazanlarına kim bilir, ne imrenme ile baktığında, ey doğan ay!.. Senin gökyüzündeki yürüyüşüne yeryüzünde bu ırkın bir eş kuracağını eski gözlerin keşfetmiş miydi? Hele geçen yıl Sevr muahadesine imza atılıyor diye gökler bile ağlar idi. Ramazan hilâli İstanbul'un ufkunda sen bile kaç gün gürünemedin!. Alınlarını secdeye koydukları zaman Allahü teâlâdan ve ahiretten başka bir şey düşünmemiş İstanbul'un ihtiyar müminleri, arkalarında seyirci duran yabancı zabit heyulasını düşündüler. Secdeye hamd için değil, güya utandıklarından kapandılar. Fakat ey on bir ayın sultanı! Sen ki bizi ezelden tanırsın; Sen ki bizim en son İslam gücü olduğumuzu, bir kişi kalsak da bir cihanı temsil edeceğimizi bilirsin; bu akşam yeniden doğunca şu dert topraklarında kırık yüreklerine taş basarak, seni yine gülümser yüzleriyle karşılayan halis canlar göreceksin!.. Ruşen Eşref Ünaydın - 1923 Münasebetsiz Mehmet Efendi İkinci Sultan Mahmud'a "Münasebetsiz Mehmet Efendi" isminde birinden bahsetmişler. Merak edip, huzuruna getirtmiş. Biraz konuşmuş, aklı başında bir adam bulunca: - Sizin için münasebetsiz diyorlardı. Halbuki pek makul konuşuyorsunuz. Mehmet Efendi dereden tepeden bahsettikten sonra birdenbire Padişah'a sordu: - Efendim, zurna çalmasını bilir misiniz? Sultan Mahmut gayet tabii bir surette cevap verdi: - Hayır, bilmem. - Bendeniz de bilmem. - Ya? - Evet... Benim Bursa'da halamın damadının ihtiyar bir teyzezadesi vardı. - Evet... - O da zurna çalmasını bilmezdi. Sultan Mahmut mabeyinciye işaret etti. - Herifi çıkartın, şimdi bayılacağım!..

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.