Osmanlı usulü plajlar

A -
A +

Sahillerde sere serpe uzanıp saatlerce güneşlenip bronzlaşmak pek yenidir. Çünkü Osmanlı döneminde güzel ve gösterişli olmanın vazgeçilmez şartı beyaz tenli olmaktı. Güneşte yanmış, kararmış tene sahip olanlar üçüncü sınıf insan muamelesi görürdü. İşte bu yüzden denize güneşli zamanlarda girilmez, girilse de 15-20 dakikadan fazla durulmazdı. Zaten Osmanlı toplumunda denize girme kültürü 19. Yüzyılın ilk çeyreğinde başladı. O zamana kadar denizler hoş manzara veren, sandal sefalarının yapıldığı yerlerden öteye geçmedi. Zaten umumi sahillerde denize girmenin kesinlikle yasak olduğu İstanbul'da halkın denizle tanışması ilk olarak Tersâne-i Âmire'de açılan ilk deniz hamamıyla başladı. Boğaziçi'nin ve Marmara'nın hangi yerlerinde umumi deniz hamamı yapılacağı Şehremaneti'nce (Belediye) tespit edilirdi. Kıyılarda yapılan hamamlar erkekler ve kadınlar için ayrı ayrı yapılır, aynı kıyıda hem erkek, hem de kadınlar için hamamlar olsa bile birbirlerinden o kadar uzak yapılırdı ki gür sesli biri sesini karşıdaki diğer hamama asla duyuramazdı. Reşat Ekrem Koçu'ya göre 1826 ile 1850 yılları arasında İstanbul'daki deniz hamamlarının sayısı sadece üçtü. 1867 senesine gelindiğinde bu sayı hızla arttı ve İstanbul kıyılarındaki hamam sayısı 62'yi buldu. Bunların 34'ü erkeklere, 28'i kadınlara mahsustu. Umumi alanların dışında Yeşilköy ve Boğaz sahillerinde 'zata mahsus' hususi deniz hamamları vardı ki bunların zarâfeti yalı sahiplerinin servetiyle doğru orantılı olup, kimilerinin içi mermer işlemelerle süslenmişti. Deniz hamamlarının ölçüleri farklılık göstermesiyle beraber bazıları kırk zıra' yani 35 metre boyunda ve yirmi dört zıra' yani 21 metre eninde olan her tarafı kapalı biçimde inşa edilen ve uzaktan iri ambalaj sandığına benzeyen bir yapı arz ederdi. Bu hamamlar akıntılı sularda kazıklar üstünde, ahşap olarak suya dayanıklı çürümez kerestelerle kurulurdu. Hamamların derinlikleri umumiyetle iki arşın yani 1.5 metre olup, hamam tabanında ahşap ızgaralar konurdu. Adam boyunu pek geçmediği için de hayli güvenliydi bu deniz hamamları. Erkek deniz hamamlarının üç yanı ahşapla kapalı, deniz tarafı açıktı. Önünde atlayacaklar için kalas, yukarıda serene bağlı jimnastik aletleri, trapez, halkalar ve ip, arkada ise büyük bir fıçıda denizden çıkanlara boca edilmek üzere tatlı su vardı. Bilhassa erkek hamamlarında bir kahve ocağı bulunur, hararetini kesmek isteyenlere kahve, çay, gazoz, limonata ikram edilirdi. Deniz hamamlarında içki içmek veya buralara içkili gelmek ve yüzerek dışarı çıkmak kesinlikle yasaktı. Hele kadınların platformdan dışarı çıkıp yüzdükleri hiç vâki değildi. Zaten yüzme bilen kadın da yok gibiydi, bilenler kurbağalama veya yan yüzer, havuzun içinde dört dönerdi. Her hamamda bir yüzme hocası -cankurtaran ile bir belediye çavuşu, çifte hamamların arasında da kayıkla dolaşan zaptiyeler görev yapıyordu. Bunlar genellikle kalıplı, sert zabitler olup, özellikle dışardan kadınlar hamamına kayıkla da olsa yaklaşmak isteyenleri uyarıyor, aldırış etmeyenleri derhal kayığa atıp karakola götürürdü. Tabii o zamanlar mayo, bikini ve sair şeyler giyinmek kimin haddine... Maazallah umumi kıyı şeritlerinde bile denize girmenin şiddetle yasak edildiği İstanbul'daki deniz hamamlarında idarenin hazır bulundurduğu, göbek ve diz arası boyunda şortlar, çıkmalık peştamal ve havlular kullanılıyordu. Deniz donu olmayanlar için belediyenin bu donlara biçtiği değer 1 kuruştu. İsteyen nizamnâmeye uygun olmak şartıyla kendi takımlarını da getirebiliyordu. Kadın kıyafetleri ise boğazdan ayak bileklerine kadar inen gecelik benzeri uzun bir gömlek veya bluzla, en kısası diz kapağının altına kadar çıkabilen uzun dondan ibaretti. Hamamların içinde yer alan soyunma yerleri iki sınıf olup, umumi olanlarda soyunanlardan 1 kuruş, localarda soyunmak isteyenlerden ise 2 kuruş ücret alınırdı. Zaten öyle her isteyenin de deniz hamamlarına girmesine izin verilmezdi. Deniz hamamcıları özellikle gençleri yanlarında akrabaları olmadan içeri almazdı. Eğer gençler temiz ve efendi görünüm veriyor ve de aynı mahallenin çocuklarıysa intizamlı bir şekilde hamama girmelerine izin verilirdi. Deniz hamamlarından plajlara geçilmesinin başlangıcı İstanbul'un işgal yıllarına denk düşer. İstanbul'da ilk defa Florya plajından denize girenler İngiliz askerleri ve Beyaz Ruslar'dır. Bolşevik İhtilali'nden kaçıp Florya'daki kamplara yerleşen Beyaz Ruslar Kırım sahillerindeki alışkanlıklarını devam ettirerek burada da sahilden doğruca denize girerler. O devrin şahitleri Beyaz Rusların denize girme sebeplerinin ferahlamak olduğu kadar 'bit'lerinden kurtulmak da olduğunu söylerler. Beyaz Ruslar denize girerken civardan halk da gelip bunları garipseyerek seyreder. Kadınlı erkekli beyaz Ruslarla birlikte İngiliz, Fransız askerleri de Florya sahiline gelerek yaz boyu denize girmeye devam ederler. İşgal sonrasında bu alışkanlık devam eder. Atatürk Florya'yı görünce buradan niçin yararlanılmadığını sorar ve Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nü kurarak İstanbul'un ilk modern plajını yaptırır. Böylece plajlar kurulup geliştikçe geleneksel deniz hamamları da birer birer yok olup gider. Açıktan denize girilmeye! Eskiden deniz hamamları dışında sahillerde denize girmek kesinlikle yasakmış. Sahilde dolaşan polis ve bayraklı sandallar açıktan denize girenleri yakaladıkları zaman derhal karakola davet edermiş. Bazen polis karadan gizlice gelir, denizdekilerin kıyıda bıraktıkları çamaşırları toplar, yönetmeliklere aykırı davrananların kulaklarına küpe olsun diye sessiz sedasız bu çamaşırları karakola götürürmüş... İşte umumi sahillerde denize girenlerle ilgili o zamanki Sabah Gazetesi'nde çıkan 1903 tarihli ilân: Şu aralık âsâr-ı meşhûd olan hararet-i sayf [yaz sıcakları] ve ahval-i sıhhiye şevkiyle ahalinin deniz hamamlarına devamları tabii ise de bazı kesânın [kişilerin] açıkta denize girmesi ve deniz hamamlarına gidenlerden bazılarının da hamamın dışarısına çıkarak sahilden uzaklara kadar açılmaları şâyân-ı teessüf netâyic [sonuçlar] göstermekte ve bâ-husus deniz hamamlarında âdâb-ı insaniye hilâfına hareket olunduğu haber verilmekte olduğuna nazaran ahvâl-i mesrûde [sözü edilen durumlar] kat'iyen rnen'i için memurîn-i âide-sine tebligat icra olunmuştur. Ramazanda kırlar Kırlar İstanbul'un Cemil Paşa'dan çok evvelki parklarıdır. Onlara doyamam. Benden daha teşne-i vüs'at bir ruh sanırım ki bulunmaz. En geniş ovalarımızda bile isterim ki ufuk daha, daha ötede bulunsun. Ama vatan bence vatanın kırlarıdır: Kırların âgûşunda şefkat hisseder ve kuvvet bulurum, oralarda hava kulağıma bir valide gibi ninni söyler ve kalbime en güzel hülyaları çağırır ve toprak biraz ana göğsü kokar. Dün güneş ve hava o kadar leziz idiler ki, içimden: "Acaba oruçluların oruçlarını bozmazlar mı?" dedim. Semâ öyle saf ve o kadar yüksekti ki ona bakmak için nazarınıza bir ulviyet-i dindarâne iâre etmeliydiniz. O saf semânın fîrûze-i sayvânı altında gezmek bence hayatın hâricinde bir âlem, sanki bir âlem-i rüya idi. Nihayetsizlik tenhalılar içinde öyle hissediyordum ki bütün hukukuma güya mâlik idim. Rüzgâr hiçbir ağıza sürülmeden bana geliyor ve işte ziya hiçbir temas ile bulunmadan beni ısıtıyor: Şu bî-nazîr neşide-i tabiatın sâmî-i sermesti yalnız benim... Karşımda hiçbir mâni yoktu ki buna: "Dur!" desin. Ben ölümü unutmuş ve hayatın hüsn ü halâvetine inanmış yürüyor, yürüyordum. Bir yolda güzel çimen kokusu alıyor ve tatlı kuş sesi işitiyor muydum, o yol nereye çıkar, sormak istemiyordum... Güneş bir dostum ve gölge bir dostumdu: Biri dest-i nûr ile öteki dest-i tarâveti ile omuzlarımda birer nevâzişti... Her güzellik bir hâtıra-i edebiyyeyi uyandırıyordu. Biraz şair olmuştum: Gelincikleri birer taze kalp gibi nâr ve hassas buluyordum; papatyalar sarı yürekleriyle nazarımda birer gümüş yaldızdı; zaman zaman çimenlerin yeşil seccadeleri içinde havalanan beyaz kelebekleri kanatlı bir çiçek sanıyordum. Serçelerin sâmiamı sık sık fiskeleyen her nağmesi şimdi bence bir kafiyeydi... Şehrin müzmin hummalı sefaleti üstüne kırlar bir manzara-i teselli vaz'ediyor.. İstanbul'un hasis dedikodularından ne kadar uzağım.. Kırlarda kuşlar ve böcekler size ne kadar temiz birer nedîm-i ruh olurlar. Serçeler: "Sev ve terennüm et!" derken, arılar: "Çalış ve sev!" der; rüzgâr size her çiçekten bir selâm-ı râyıha getirir; güneş muhteşem bir hatîb-i hikmet olur. Ne riyâ, garaz, ne hased, ne ihtiras, beşerî küçüklüklerin hiç biri yok... Kendinizi tefessühât-ı içtimâiyyeden gittikçe uzaklaşıyor hissedersiniz ve hissedersiniz ki ruhunuz bir gökyüzü banyosu içinde yıkanıyor, yıkanıyor... Bu vuzû-ı vicdandan sonra tuyûr ve hevâmmın zemzeme-i tehlîlini dinleyerek mübdî-i kâinatı bir secde-i dimâgıyye ile selâmlamak da eminim bir ince ibadettir... Cenap Şahabeddin - 1920 Kayser kızının hidâyeti İbrahim Havvas Hazretleri hacca gitmek niyetiyle yola çıkar. Yol boyunca kulağına "İbrahim Havvas" diye gaipten bir kadın sesi gelir ve gayri ihtiyari olarak Mekke tarafına değil de İstanbul'a doğru gider. Şehre girer girmez kapısı önünde insanların toplandığı yüksek bir köşk görür. Daha sonra oradakilerden Rum Kayseri'nin kızının delirmiş olduğunu ve çaresi için doktorları topladığını öğrenir. Aslında, Kayser'in kızı bir vesileyle Barnaba İncil'ini okumuş ve orada Efendimiz'le alakalı hakikatleri öğrenerek ihtida etmiş; papazlar ise "ruhuna şeytan girdi ve delirdi" gibi düşüncelerle onun yakılmasına karar vermişlerdir. İbrahim Havvas Hazretleri, "Ben prensesi tedavi edebilirim" diyerek onun yanına yaklaşır ve daha sonra aralarında şöyle bir konuşma geçer: -Ey İbrahim Havvas! hoş geldiniz! -(İbrahim Havvas Hazretleri, hayret dolu ifadelerle) Beni nereden tanıyorsunuz? -Canımı, canana teslim etmek istedim ve Hak Tealadan sevdiği bir kulunu yanıma göndermesini niyaz ettim. "Üzülme, yarın sana İbrahim Havvas dostum gönderilir" buyuruldu. -Hastalığınız nedir? -Gerçeği buldum ve ihtida ettim. Bu sebeple halime delilik, ban da deli dediler. -Bizim diyara gelmek ister misiniz? -Sizin diyar neresidir? -Mekke, Medine ve Kâbe gibi mukaddes beldeler. -Sağ tarafına bak! Sağ tarafına bakan İbrahim Havvas Hazretleri, bir düzlükte Mekke, Medine ve Beytü'l-makdisi karşısında görür. Az sonra prenses, "Vakit yaklaştı, istek ve arzu haddi aştı" deyip, kelime-i şehadet getirerek ruhunu Rahman'a teslim eder. Dünyadaki ideal denge Dünya'nın ideal olan ısısının, gezegen içinde dengeli olarak dağıtımı da son derece önemlidir. Örneğin Dünya'nın ekseninin 23 derece 27 dakikalık eğimi, kutuplarla ekvator arasındaki atmosferin oluşmasında engel oluşturabilecek aşırı sıcaklığı önler. Dünya'nın kendi etrafındaki yüksek dönüş hızı da ısının dengeli dağılımına yardımcı olur. Dünya sadece 24 saatlik bir süre içinde kendi etrafını dolaşır ve bu sayede geceler ve gündüzler kısa sürer. Kısa sürdükleri için de gece ile gündüz arasındaki ısı farkı çok azdır. Bu dengenin önemi, bir günü bir yılından daha uzun süren (yani kendi etrafındaki dönüşü, Güneş etrafındaki dönüşünden daha uzun süren) ve bu yüzden gece-gündüz arasındaki ısı farkı 1000 dereceyi bulan Merkür ile karşılaştırıldığında görülebilir. Yeryüzünün şekilleri de ısının dengeli dağılımına uygun şekilde yaratılmıştır. Dünya'nın ekvatoru ile kutupları arasında yaklaşık 100 derecelik bir ısı farkı vardır. Eğer böyle bir ısı farkı fazla engebesi olmayan bir yüzeyde gerçekleşmiş olsaydı, hızı saatte 1000 kilometreye varan fırtınalar Dünya'yı allak bullak ederdi. Buraya kadar anlatılanlardan anlaşıldığı gibi, Dünya ve Güneş, aralarındaki uzaklık, yörüngeleri, eğimleri, yaydıkları ışık, enerji kısacası her türlü detayla birlikte Allah tarafından insanların yaşamasına en uygun olacak şekilde yaratılmıştır.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.