Şefkat müesseseleri

A -
A +

>> Hadis-i şerif * Bir kadın, beş vakit namâzını kılar, ramazân ayında oruç tutar, nâmûsunu korur ve zevcine itâat ederse, dilediği kapıdan Cennete girer. * Bu ayda, bir oruçluya su veren bir kimse, kıyâmet günü susuz kalmayacaktır. * Namâz kılmıyanlar, kıyâmet günü, Allahü teâlâyı kızgın olarak bulacaklardır. [Se'âdet-i Ebediyye] "Babacığım, benim paraya ihtiyacım olup olmadığını soruyorsun. Taburcu edilirsem, hastaneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalışmaya başlamak zorunda kalmayayım diye de beş altın verecekler. Onun için süründen davar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen gel! Canım buradan çıkmak istemiyor. Yataklar yumuşak, çarşaflar bembeyaz, battaniyeler kadife gibi. Her odada çeşme var. Soğuk gecelerde bütün odalar ısıtılıyor. Bizleri tedavi edenler, çok şefkatli ve merhametli kimseler. Hemen her gün midesi hazmedenlere kümes hayvanları ve koyun kızartmaları veriliyor. Sen de sonuncu tavuğum kızartılmadan önce gel, beraber yiyelim!.." Yukarıdaki cümleler, Batılı seyyah Hunke'nin bir Müslüman hastanesinde yatmakta olan bir gencin babasına yazdığı mektubundan aldığı bölümler... Eski yardımlaşma kültürünün bariz bir misali olan bu satırlar, vakıf medeniyetimizin de hoş delillerinden aslında. İnsanoğlu; sosyal dayanışmaya, sosyal yardımlaşmaya ve güvenliğe ihtiyaç duyacak fıtratta yaratılmış bir mahluk. Bu yüzden insanlık tarihinin en eski devirlerinden bu yana toplumların kendi yapıları içinde, bu ihtiyaçlarını giderecek müesseseler oluşturmaya çalıştıkları da bir gerçek. İslam devletlerinde 'şefkat müesseseleri' diyebileceğimiz vakıflar; toplumsal, ekonomik ve kültürel alanlara yayılmış ve fonksiyonları itibari ile insan ve sosyal hayatın tüm cephelerini kuşatmıştı. Öyle ki, birçok İslam devletinde ve özelikle de Osmanlılar devrinde vakıflar sayesinde ihtiyaç sahibi yoksul bir şahıs vakıf bir yerde doğar, vakıf beşikte uyur, vakıf mallarından yer içer, vakıf kitaplardan okur, vakıf bir medresede hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır ve öldüğü zaman vakıf bir tabuta konur, vakıf bir mezarlığa gömülürdü. Vakıf bir nevi, kamunun ihtiyaç duyduğu bir hizmetin gerçekleştirilmesi için, kişisel servetin bir bölümünün Allah'ın mülkü hükmünde o amaca tahsis edilmesiydi. > 26 binden fazla vakıf İnsan ölünce üç şey dışında ameli kesilir. Sadaka-i cariye (sevabı devam eden sadaka) faydalanılan ilim ve kendisine dua eden hayırlı evlat hadisi ve Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe eremezsiniz ayeti gereğince Osmanlı, Vakıf işlerini ön plana çıkarmış hem dünya hem de ahırete bir hizmet vasıtası görmüştü. Vakıf müesseseleri ile medeniyetin zirvesini yakalayan Osmanlı 26 bin 300 küsur vakıf kurarak insanlarla birlikte hayvanlara da hizmet etmişti. XVIII. yüzyılın sonlarında vakıf gelirlerinin tüm devlet gelirlerinin hemen hemen yarısına ulaşmıştı. Osmanlıda genelde şehirler, vakıf bir külliyenin, mahalleler vakıf camilerin, hamam, çeşme ve benzeri yapıların etrafında kurulmuştu. Su kanalları, su kemerleri, çeşmeler, sebiller, kuyular, hamamlar tamamen vakıf kuruluşlardı. Fakirlerin parasız yıkandıkları hamamlar mevcuttu. Sebillerde buzlu su, hatta şerbet dağıtılırdı. Yol, kaldırım ve köprü yapımını vakıflar sağlıyordu. Bazı hayır sahipleri kurdukları vakıflarla kandilciler tutuyor, yine vakıf geliri ile kandil ve yağ alarak sokakları aydınlatıyorlardı. Sokakların temizlenmesi ve umumî helâlar için vakıflar kurulmuştu. Vakıf hastanelerde her din ve ırktan insan tedavi ediliyor, gerekirse ücretsiz ilaç veriliyor, doktor temin ediliyordu. İmaretlerde yoksullara, yolcu ve misafirlere her gün bir veya iki öğün yemek yediriliyordu. d'Ohsson'a göre İstanbul imaretlerinde her gün parasız yemek yiyenlerin sayısı 30 bindi. Böylece vakıflar bir Vakıflar yolu ile gelir dağılımındaki dengesizlikler asgariye indirilirken, yine aynı sebebe bağlı olarak ortaya çıkabilecek sosyal patlamaların da önü alınmış oluyordu. Vakfın kuruluşunun tamamlanmasıyla vakfedilen mal, hukukun öngördüğü şartlar yerine getirilmeden, satılması, satın alınması, zimmete geçirilmesi, gasp edilmesi, miras olunması, üzerine gecekondu yapılması ve hatta bir başkasına hibe edilmesi mümkün olmayan Hakkullah haline gelmişti. Dünya durduğu ve onun üzerinde sadece insanlar değil, diğer canlılar mevcut olduğu müddetçe sürekli bir şekilde hizmete devam edecekti. >> İşte vakfiyelerden örnekler Fatih Sultan Mehmet Han vakfiyesi (1470) >> Yatağa düşmüş, evine doktor getirme imkanı olmayan hastalara, başvurmaları halinde doktor gönderilmesi. Yavuz Sultan Selim Han vakfiyesi (1540) >> Her gün iyi cins undan 100 ekmek pişirilip fakir halka dağıtılması. Nurbanu Valide Sultan vakfiyesi (1582) >> Hastanede görev yapacak hastabakıcı, temizlikçi, bekçi gibi görevlilerin yanında, hastalara namaz kıldırabilecek bir imam tayin edilmesi ve bu imama yardımcı olacak, namaz vakitlerinde hoş seda ile ezan okuyup insanları Allah'a ibadete çağıracak bir müezzin tayin edilmesi. Sivas'ta Daru'r Reha vakfiyesi (1851) >> Hastalık ve benzeri afet ve olaylar nedeni ile geçim sıkıntısına düşerek ihtiyaç ve zaruret içinde bulunan yoksulların, yetimlerin ve dul hanımların ihtiyaçlarının giderilmesi. Kara Çelebizade Mehmet Efendi vakfiyesi (1617) >> Ramazan Bayramında yetim, Müslüman çocuklara mevsim şartlarına göre elbise ve ayakkabı satın alınıp giydirilmesi. Bey Kızı Hatice Hatun vakfiyesi (1500) >> Bursa'da Emir Buhari HazretIeri Türbesi civarında yetim çocukların okuması ve okutulması için yaptırdığı okulun her türlü masraflarının görülmesi. İstanbul'da M.Said Efendi Vakfiyesi: >> Ramazan ayında fakirlere verilmek ve yedirilmek üzere un, yağ, şeker, reçel, tuz, biber, sebze, kahve, mum, gaz, kömür, odun satın alınması. Ödemiş'te Hacı İbrahim Ağa vakfiyesi (1912) >> Ödemiş'te bulunan Yeni Cami-i Şerifi etrafında yaşayan leyleklerin yiyecekleri için yıllık 100 kuruş harcanması. Hattab Ibni Saib Ahmet vakfiyesi (1321) >> Herhangi bir kaza veya bela sebebi ile borçlanma durumunda kalanlara kefil göstermek şartıyla borç verilmesi, ancak varlığını haram olan işler ve amellerde harcayarak muhtaç duruma düşenlere borç verilmemesi. Ekmekler gerektiği gibi pişirile! Eskiden hükümet, halkın ramazan ayını daha rahat ve huzurlu bir şekilde geçirmesi için bazı emir ve tenbihnameler neşredilirdi. Bunlar 19. Yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan bazı kuralları içeren bir nevi yönetmeliklerdi. Başbakanlık Osmanlı Arşivleri'nde rastladığımız 1862 tarihli bir belge, ramazan-ı şerif dolayısıyla gıda maddelerinin tespit edilen fiyatla satılarak, ekmeklerin de numuneye göre pişirilmesi gerektiğini tenbih ediyor. (29/N /1278 (Hicrî) Dosya No:409 Gömlek No:43 Fon Kodu: A.}MKT.NZD.) Resulullah'tan ilim öğrendi I. Mahmut Han, Medine-i Münevvere'ye gitmişti. O zaman Medine'de Harem muhafızı olarak bulunan Hacı Beşir Ağa'ya, (Harem-i şerifte, kaldığın bu zaman zarfında önemli bir olay oldu mu?) diye sordu. O da şöyle anlattı: "Ravza-i Mutahhara'daki Cibril kapısı bazı geceler seher vakti açılır, fakat içeri kimsenin girdiğini göremezdim. Bir defasında kararımı verdim, her gece sabaha kadar uyanık kalacak, ne pahasına olursa olsun bunun hikmetini öğrenecektim. Epey gün böyle bekledim. Bir gece kapı yine açıldı. Hemen koştum, içeride bir zat vardı. Kim olduğunu sordum. Bana, Konya Hadim'den olduğunu söyledi. İmam-ı Birgivi'in (Tarikat-ı Muhammediyye) isimli kitabını şerh ettiğini, şüphe ettiği bazı yerleri Resulullahın bizzat kendisinden öğrenmeye geldiğini söyledi. Kendisini odama götürdüm. Bir müddet kaldıktan sonra benden izin isteyerek ayrıldı. Ben, sabah namazından sonra gene odama şeref vermesini rica ettim. (Memleketimde imamlık vazifem var! Bana izin ver) dedi ve ayrılıp gitti. Bundan sonra da arada sırada gelirdi, kendisiyle görüşürdük..." I. Mahmut Han, olayın doğruluğuna iyice kanaat getirmek için de memleketin birçok âlimleri ile beraber Hadimli Muhammed efendiyi davet etti. Sonra Hacı Beşir Ağa'yı çağırdı. Hacı Beşir Ağa, o kadar topluluk içinde Muhammed Hadimi hazretlerini tanıyarak yanına vardı, (Hoş geldiniz) dedi. Padişah ve orada bulunan zevat da olayın doğruluğuna iyice inanmış oldular. >> Âl-i İmrân sûresinin fazîleti Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "İki beyaz gül bahçesini okuyunuz. Bu bahçeler Bekara ve Âl-i İmrân sûreleridir. Bu iki sûre, kıyâmet gününde birer beyaz bulut, birer beyaz mermer kitlesi gibi okuyucularının üzerinde durur, mahşerin şiddetli hararetine karşı gölge yaparak serinliğe vesîle olurlar." "Kim Âl-i İmrân sûresini cuma günü okursa, güneş batıncaya kadar ona Allahü teâlâ rahmet, melekler de istiğfâr ederler." "Allahü teâlânın ism-i a'zamı şu iki âyettir: Birincisi Bekara sûresinin 163'üncü âyeti, ikincisi Âl-i İmrân sûresinin başı." "Âl-i İmrân'ı okuyan kimseye kıyâmet günü sırat üstünde, okuduğu her bir âyetin karşılığında emniyet verilir." >> Sarımsak kebabı Malzemeler: 1 kg iri başlı dişli sarımsak, 1 kg az yağlı kıyma, 1 tatlı kaşığı tuz, 1 tatlı kaşığı karabiber, 1 su bardağı su Hazırlanışı: Sarımsakların saplarını ve püskülünü kopararak ortadan ikiye kesin. Eti tuz atarak yoğurun ve yoğurduğunuz etten ceviz büyüklüğünde parçalar koparın. Sarımsakların içine etten kopardığınız parçaları koyarak tepsiye dizin. Fırına atmadan önce bir bardak suyu tepsiye dökerek fırına verin. Orta ısıda sarımsak ve etler pişene kadar fırında kaldıktan sonra eğer suyu kalmazsa bir bardak daha su ilave ederek kısık ayardaki ocağın üzerine alarak üzerine bir kapak kapatın. Terlemesini sağlayın. Lavaş pide ile dürüm yapılarak yenirse daha iyi olur. > Ezogelin Çorba, Sarımsak Kebabı, Pilav, Hoşaf

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.